Türkiye dört mevsimin yaşandığı müstesna ülkelerden biri. Güneşi, suyu var ve toprağı bereketli. Havası güzel. Medeniyetlerin beşiği. Tarih ve kültür zengini.
Ah bir de parası olsaydı. O yok işte! Tasarruf kabiliyeti oldukça düşük maalesef. Her sene ortalama yüzde 4 büyüyebilmesi için millî gelirin yüzde 26'sı kadar tasarruf etmesi ve bu tasarrufu yatırıma yönlendirmesi gerekiyor. Onu yapamıyor işte.
Türkiye'de ortalama tasarruf oranı yüzde 15. Aradaki yüzde 11 oranındaki tasarruf açığını yurt dışından borçlanmak suretiyle kapatıyor. Daha fazla büyüyeyim derse bu miktar daha da artıyor tabii. Risk büyüyor yani. Dolayısıyla Türkiye, büyüme kabiliyeti yüksek olmasına rağmen sık sık frene basmak mecburiyetinde kalıyor.
Naçar kalıp yurt dışından borçlanıyor yine de ama riski var bu işin. Dünyadaki faiz oranına "libor" adı veriliyor. Her ülke için üç aşağı beş yukarı aynıdır bu faiz oranı ve Londra bankalarının faiz oranı esas alınır genellikle. Fakat bir de bunun risk?primi var; "spread" denilen. "Spread" her ülke için farklı uygulanıyor.
Neden farklı? Onu da anlatayım. Borç veren, verdiği paranın problem yaşamadan geri dönmesini istiyor. Onun için de borç verdiği ülkenin riskine bakıyor. Ekonomik ve siyasi riske bakıyor yani. Ülke ekonomik kriz yaşıyor ya da siyasi çalkantı içinde ise risk primi artıyor. Bunlar yoksa düşüyor.
Bunun bir de borç alan tarafı var. Genellikle bankalar borçlanırlar ki daha çok birkaç banka bir araya gelip büyük bir kaynağı alıyorlar. Buna da sendikasyon kredisi deniyor.
Bankalar temin ettikleri bu kaynağı kendileri kullanmıyor tabii. Kamu ya da özel sektöre kullandırıyorlar. Döviz cinsi borçlanıp Türk Lirası cinsi borç vermenin en büyük riski döviz fiyatının artmasıdır ki, bankalar bu riski göze alıp risk faizini yüksek tutuyorlar.
Türkiye 1990'lı yıllarda riski yüksek bir ülkeydi ve yüksek faizle borçlanıyordu. İçeride uygulanan faiz de yüksek oranlardaydı tabii. Bırakın şahsi tasarrufları, firmalar dahi yatırımdan vazgeçmiş ve parasını faize yatırmaya başlamıştı. Bilançolarında görülen "faaliyet dışı kârlar", gerçek faaliyetlerden elde ettikleri kârdan kat be kat fazla oluyordu çünkü.
Şimdi öyle değil ama. Hem faiz oranları düşük, hem de işletmeler faaliyet sahalarında oynamak zorunda. Çok acımasız bir rekabet ortamından geçiliyor ve faaliyet dışına çıkan firmalar piyasadan silinme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.
Kredilerin faiz oranı kadar vadesinin de önemli olduğunu hatırdan çıkarmamak lazım. Doğru olan uzun vadeli ve düşük faizle borçlanmadır. Kısa vadeli faiz oranlarını Merkez Bankası uzun vadeli faiz oranlarını ise piyasa tayin ediyor.
Dolayısıyla istikrar çok büyük önem arz ediyor. Türkiye'nin istikrarlı bir ülke olması birçok hususta olduğu gibi faiz oranlarının düşük olmasında da önemli rol oynuyor.
Bankalar kredi kullandırdıkları firmaların ödeme durumuna ve işletme politikalarına bakıp öyle kredi veriyor ve faiz nispetini de ona göre tayin ediyorlar. Riski düşük olan firmaya düşük faiz, yüksek olana da yüksek faiz uyguluyorlar.
Son söz: "Faiz lobisi" elbette vardır ama o canavara yem olmamak için krizi körükleyip körüklememek bizim elimizde. Türk halkının her ferdine bu konuda görev düştüğünü unutmayalım.