Yazdığım makale üç, bilemedin dört dakikada okunup bitiyor. Bu doğru. Ancak, bir şey daha var; söyleyeyim de şaşın. Üç dakikada okunan bu yazıyı, üç dakikada yazamıyorum! Bendenizin sıkıntısı da bu. Yazamadığım yetmiyormuş gibi yazamadığımı anlatamıyorum da. Ne eşim anlıyor, ne dostum. Akrabalarım bile, "Üç dönüm bostan, yan gel yat Osman" diye takılıyorlar bana. Onların hiçbirine kızmıyorum. Kendisine gazeteci diyen arkadaşım dahi öyle derken, onlardan ne beklenir ki? - Dün neredeydin? - Ankara'da! - Nerede kaldın? - Sheraton'da! - Ooo! Bu "Ooo"nun ne anlama geldiğini söylememe bilmem gerek var mı? Soru sahibinin hayal gücüne bağlı. Binlerce hınzırlık düşünebilir. Halbuki, Sheraton'da üç saat uyku uyumuşsan kâr sayarsın. Oraya, yatmaya değil, iş için gitmişsin çünkü. De... anlatamazsın. Daha doğrusu, ben anlatamıyorum. Anlatamıyorum ve bu anlatamama hali beni fıtık ediyor. Üç dakikada okunan o yazının arkasında nice stres var halbuki. Bunu anlatamadığım için eşe dosta, daha onlar sormadan ben, gittiğim yerlerin yemeklerini anlatıyor, havasından, suyundan söz ediyorum. Beni, gezip tozan... gittiği yerlerde yiyip içen biri sanıyorlar ya ondan... Bu söylediğim en basiti. Dağda bayırda haber kovalarken sakatlanan; aç, susuz kalıp perişanları oynayan hep gazeteci değil sanki. Gazetecilik mesleğini icra edip de normal ölen kişi sayısı pek azdır mesela. Yatağında ölen de ya kalp krizinden ölmüştür, ya da fazla stresten!.. Gazetenin mürekkebi ter, kağıdı strestir. Ben bunu bilir bunu söylerim. Mesai mefhumu olmayan meslek yok değil, var ama gazetecilik bunların en önde gidenidir. Bu kesin. Zamanla yarışır bir kere gazeteci. Haberi bulup anında gazete mutfağına yetiştirmen lazım. Yetiştirdin, yetiştirdin; yetiştiremedin, elinde kalır ve mundar olur. Ertesi gün kullanamazsın çünkü o haberi. Haber denen meret öyle bakkala gidip, "Bana yüz gram ver", "200 gram ver" deyip de satın alınacak bir şey değil ki; bastırıp parayı alasın. Kovalaman lazım. Peşinden koşarken vaktini, enerjini ve aklını kullanmalısın. Bir de haber kaynaklarının olması lazım. Haber kaynağın yoksa, yandın. Dönüp durursun meydanda, deli danalar gibi. Hükümetin ayıbı İtiraf etmeliyim ki, bendeniz, pek iddialı bir gazeteci değilim. Öyle, ciğerini söküp alayım, cinsinden hırsım yok. Orman kanununa uyarım. Aslan, kartal, akbaba... onlar karnını doyurur... sonra kalanla ben körletirim nefsimi. Buna rağmen, 24 saat yetmiyor bana. 3 dakikada okunan bir makale döşenmek için iki, bazen üç gün dolaştığım oluyor. Okuyucuya birazcık saygım olsun, diye. Kupkuru bir yazı da yazılmaz, yani. Hadi, diyelim ki, hiçbir yere gitmedim. Oturduğum yerden yazacağım. Bunun için dahi gündemi takip etmem gerekiyor. Gündemden düştüysem eğer, o saat okuyucunun gönlünden de düşerim. Ki, bunun anlamı; okuyucu kaybı, demektir. Sallayamazsın, yani. Sallayanlar yok mu? Var. Yanılıp şaşıp okuyan oluyor tabii. Fakat, yan etkisi var bu okumanın: Kabız ediyor okuyanı! Gazetecilik mesleği böyle çileli bir iş işte. Bütün bunları, şikâyet olsun diye yazmadım. Fakat, yine de hoşgörünüze sığınıp bir şeyi itiraf etmek istiyorum. Bazen, "Esas işin ne" diye soranlar yok mu? İfrit oluyorum! Bu laf kırıyor beni şahsen. Alınıyorum. 'Gece' deme, 'gündüz' deme; koş. Sonra biri çıkıp, "Esas işin ne" diye sorsun! Tamam, gecem gündüzüme karışıyor; ne yazım belli, ne kışım. Ne de ilkbaharın farkındayım. Bunların hepsi mesleğimin cilvesi. Eyvallah! Madalya falan istemiyorum ama öyle de sorulmaz ki! "Esas işin ne"ymiş!.. Seneler o alınganlığımı da törpüledi. Dediğim gibi "ha", "hu" diyor geçiştiriyorum. Şimdi bir de hükümet çıktı. Ona ne diyeceğimi bilemiyorum doğrusu. Gazetecinin yıpranma payını kaldırmayı düşünüyormuş, hükümet. Ne diyeyim şimdi?!.