Türkiye uzunluğu kilometreleri, ağırlığı tonları bulan ürün ihraç ediyor; karşılığında bir avuç döviz elde ediyor. Hani "yükte ağır, pahada hafif" derler ya; aynen öyle. Halbuki, bunun tersi olması lazım. Ki, refah tabana yayılsın! Ne yapıp edip buna bir çare bulunmalı. Yoksa, yandı gülüm keten helva! Onun da tek yolu, marka! Markalaşması lazım Türkiye'nin. Hem de tepeden tırnağa markalaşması lazım! Sadece üründe değil; para ve insan kaynakları yönetiminde, tasarruf sağlayıcı tedbir almada, kalitede, vizyonda, misyonda ve Ar-Ge'de markalaşma şart! Türkiye'nin iki büyük avantajı var. Genç nüfus ve siyasi istikrar. Her ikisi de çok önemli. Ayrıca, iktidarın iyi niyetli olması ve çağı yakalamak için gayret sarf etmesi de ülkenin ayrı bir avantajı. Genç nüfusu şekillendirmek ve yoğurmak nispeten daha kolay. Yeter ki, doğru hedef konsun ve doğru strateji uygulansın onları eğitirken! Hükümetin iyi niyetli olması elbette ki çok önemli amma velakin yeterli değil. Hükümet öyle konsantre olmalı ki, bu meseleyi ana politikası yapmalı. Vazgeçilmezi olmalı yani! Hem devleti değiştirmeli, hem de özel sektörün değişmesine destek vermeli. Topyekûn değişim ve markalaşmaya odaklanmalı ki, hedefe ulaşılsın. Keşke kolay olsaydı markalaşma ama değil; bir ürünün marka olması için dahi üretimi yapan şirketin, şirket çalışanının ve devletin en tepesine kadar herkesin marka olması gerekiyor. Şayet çalışan marka değilse, sistem illaki bir yerde defo veriyor. Üretim, pazarlama, lojistik, sermaye, ar-ge, profesyonellik, vizyon... Hadi diyelim ki bunların hepsi tamam. Yine yetmez! Bu sefer de ülke çıkar karşısına marka olmak isteyenin. Ülkenin de marka olması ve kalitesiyle, standardıyla güven vermesi lazım tüketiciye. Hasılı kelam müşteri memnuniyetine ulaşmak için tepeden tırnağa marka olmak lazım. Türkiye'nin bazı avantajları var aslında. Çok kaliteli üretim yapabiliyor ama marka olamadığı için fason üretim yaparak gösteriyor bu maharetini. Taha Group LCWaikiki markasını satın alarak girdi mesela dünya pazarına. Hakeza Ülker. O da Godiva çikolata ile yaptı bunu. Eczacıbaşı da öyle; Vitra'nın yanına Engers, Villeroy&Boch ve Burgbad markalarını da bünyesine katarak Avrupa pazarında iddialı hale geldi. Avrupa'nın ilk üçü arasına girmeyi hedefliyor şimdi Eczacıbaşı. Başka şirketler neden yapmasın bunu? Fırsat var. Avrupa Krizi, Türk firmalarının marka satın alması için önemli bir kapı açtı. Bu fırsatın değerlendirilmesi lazım. Ki, Avrupa pazarındaki yerlerini sağlamlaştırıp sürdürülebilir bir büyüme politikasına erişsinler. Türkiye'deki şehirlerin de markalaşması lazım esasında. Mevcut belediye başkanlarının vizyonuyla olmaz ama. Avrupa'dan profesyonel planlamacı getirmek lazım. Van'dan başlanabilir mesela. Kurulacak olan yeni Van şehri neden planlı bir şehir olmasın? Türkiye'nin şehircilik kültürü ev kültürüydü! Daha yeni geçti site kültürüne. Mahalle planlaması dahi çok uzak bizim kültürümüze. Nerede kaldı şehir planlasın?