Sandıklar açıldı, kel göründü. Seçim; her ne kadar iktidarın zaferi, ana muhalefetin hezimetiyle sonuçlandıysa da esas sonuç bu değil aslında. Siyasetin kendi iç hesaplaşmasına zemin hazırlaması yönünden çok daha önemli oldu bu seçim. İktidar mesela. Parlamento ağırlığı olmadığı iddia ediliyordu, bu seçim AK Parti'nin arkasında yeterli halk desteğinin olduğunu gösterdi ve dolayısıyla önü açıldı. Bundan sonra kimse karşısına dikilip, 'İktidar oldun ama muktedir olamadın' diyemez. 28 Mart seçim sonuçları, muhalefet yapanların ağzını kapattığı gibi iktidarın da mazeret şansını elinden aldı. Şimdi hükümetin hemen kolları sıvayıp arkasına aldığı rüzgarla reformları gerçekleştirmesi ve en başta işsizliği önlemek için reel ekonomiye ivme kazandırması lazım. Muktedir olmak için iktidarın önünde her ne kadar engel kalmadıysa da bu, merkez sağda her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyor tabiî. AK Parti'nin lider partisi görünümünden çıkması ve kurumsallaşması gerekiyor bir kere. Bunu başarmadan kitle kültürünün öncülüğünü yapması mümkün değil, şart bu. Kendisini tarif ettiği 'muhafazakâr demokrat' kimlikte samimi olduğu görülüyorsa da yetmez. Bu kimliğin içini doldurması ve halkla bütünleşmesi de gerekiyor. Almanya başta olmak üzere İtalya, Fransa da ideoloji üzerine kurulu politikalar ürettiler ama hiçbiri orada çakılıp kalmadı. Ayrıca onların ideolojileri, dışa dönüktü. Türkiye'de ise hem içe yönelik ve hem de kavgaya dönük gelişti bu ideolojilerin hepsi. AK Parti bu hatanın farkında olduğunu hissettiriyor fakat her kesimi sarıp sarmalayacağını iddia ettiği düşünceler, acaba toplumu kucaklayan bir kültür haline dönüşecek mi? Ayrıca, iş âlemi, sanayi dünyası, sermaye kesimi ve sivil toplum örgütlerinin tepkisi de çok önemli. Ülkenin ekonomik dengelerinde olduğu kadar sosyal ve siyasi yelpazesinde etkili birer aktör çünkü bu gruplar. Geçmiş dönemlerde bu sınıf yok denecek kadar azdı ve partiler de onlardan ziyade sokaktaki halka şirin görünmeyi tercih ediyordu. O köprünün altından çok su aktı. Türk solu her ne kadar kendisini 'sosyal demokrat' diye tarif etmeye çalışmışsa da bu, iddiadan öte gitmemiştir hiç. Sol, Türkiye'de siyaset yapmak için hep mesleki teşkilatlara ait lokalleri mekan tutmuştur. Sağ ise kahvehaneleri. Biri şaşıp yanılıp sol mahfillerin birine adım atmışsa; ona, 'İş yok ama elimizde bol miktarda cumhuriyet var. İstediğiniz kadar verebiliriz' cevabı verilmiştir. Sağcıların mekanına girenler ise, 'Cumhuriyet karın doyurmaz. İş verelim sana' teklifiyle karşılaşmıştır. Bunun ikisi de yanlış. Bu yanlışı fark eden belki başkaları da vardı ama ilk icraata döken rahmetli Özal oldu. Kapısına gelene hem cumhuriyet, hem ekmek vermek için çırpındı ama ömrü vefa etmedi. Şimdi Tayyip Erdoğan da tıpkı Özal gibi laikliği konuştuğu kadar demokrasiyi de konuşuyor. Cumhuriyete sahip çıktığı kadar, dindarlığı da öne çıkarıyor. Sırça köşkte oturma hususundaki ısrarını hâlâ sürdüren sosyal demokratlara karşılık AK Parti'nin tabandan başlayıp vatandaşa iş ve aş vermeye, ayrıca, demokrasi içinde halka din ve vicdan özgürlüğü tanımaya çalıştığı da gözden kaçmıyor tabiî.