Yazmak ama nasıl?

A -
A +

Adana'dan yazan İsmail Düzgün isimli okuyucum, uzun mektubunda, "Yazılarınızı zevkle okuyorum ve keyif alıyorum" demiş. Çok sade ve akıcı bir üslubum olduğunu söyleyip iltifat etmiş. Hoşuma gitti tabii. Teşekkür ederim. Şayet ara sıra da olsa hoş yazı yazıyorsam; bunun iki sebebi var aslında. Okuma özürlüyüm, bu bir. Her yazıyı okuyup anlayamıyorum. Kendi yazdığım yazıları okurken başkalarının da tıpkı benim gibi eziyet çekmesine gönlüm razı olmadığı için dikkat ediyorum yazılarıma. İkincisi ise işim olduğundan mıdır nedir, yazı yazmayı seviyorum. Bana göre yazı yazmak, bir mühendisin bina inşa etmesi gibi bir şey. Nasıl mühendis birçok malzemeyi bir araya getirip içinde huzurla oturulacak ferah bir mekan meydana getiriyorsa; ben de yazı yazarken aynı itinayı gösteriyorum. Ayrıca, mimar da benim, işçi de. Hatta, peyzaj düzenlemesini bile kendim yapıyorum. Veya bir moda tasarımcısı gibi düşünüyorum kendimi. O nasıl renk ve desenlerin ahengini tespit ediyor ve o desenin hangi kumaş üzerinde daha iyi duracağına karar verip tasarım yapıyorsa; ben de tıpkı onun gibi hangi kelime nerede olursa bir anlam ifade eder, onun hesabını yapıyorum. Kumaş ile desen arasındaki uyum ne kadar önemliyse; konu ile fikir arasındaki bütünlük de o kadar önemli. Moda tasarımcısı, toplumun zevkini araştırır... Zevklerdeki değişimin nereye gittiğini hesap eder... Satın aldığı giysinin içinde kendisini iyi hissetmesi gereken tüketicinin tercihlerini yakalamaya çalışır... Çizgisini çizer... Renk ve desenleri belirtip bırakır. Terzilik işi ona ait değildir ama yazarın böyle bir lüksü yok. Dikişi de dikmesi lazım. Bir konu hakkında bazen saatlerce, bazen de günlerce düşünürüm. Zihnimde ona bir şekil verip önceliklerini sıraya sokarım. Sonra da nasıl ifade edeceğime karar veririm. Öyle ya, düşündüğünü anlatmak lazım. Okuyucu sabırsızdır. Önüne koyduğun yemeğin lezzetli olmasını ister. Lezzetli yaptın yaptın, yapamadın uçar gider müşteri. Alternatif çok çünkü. Senin değil de bir başkasının yazdığını okur. Hemen söyleyeyim ki, okuyucu fazla iştahlı da değildir. Bunu asla göz ardı etmemek lazım. Bir tabak yemek yeter ona. Fakat, hem yemeğin bir tertip içinde sunulması ve hem de içindekilerin daha baktığı an onun ağzını sulandırması gerekiyor. Sıcak veya soğukluğu kıvamında, tuzu da tam ayarında olmalı. İçine serpiştirilen baharat fazlaysa yandın. Öylece bırakır yemeği o kişi. Okuyucuyu, resim tablosu karşısında duran bir sanatsever gibi düşünürüm hep. Nasıl o kişinin karşısında fırça darbeleriyle meydana getirilmiş bir eser varsa; ben de okuyucuma kelimelerden oluşmuş bir fotoğraf vermeliyim, ifade ettiğim fikirlerle. Hani derler ya, herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez! Bendeniz, yaptığım kaşık kadar sapını da düşünürüm. Ne kadar başarılı olduğumu söylemek benim haddimi aşar. Fakat, kapı ve penceresi olmayan bir ev yapmayı istemediğimi söylerken samimiyim. Bir de şunu söyleyebilirim ki; ortaya bir torba çimento, bir kaşık sapı, bir tişört, bir yağlıboya fırçası, bir demet maydanoz atıp ondan sonra da, 'Bu benim şaheserim' diye böbürlenmiyorum. İyi yazıyorum, dememe pek kulak asmayın ama bu sözüme itimat edin. > MI ACABA?!. Türkiye, dolaylı vergide 11 yılın rekorunu kırmış bu sene!.. Başka yapacağı bir şey vardı da yapmadı mı bu ülke? ABD'li Karen Davis, 4 Mayıs'ı "Uluslararası Tavuklara Saygı Günü" ilan etmiş... Biz de ülkemizde insana saygı günü ilan eden bir kahraman bekliyoruz ama yok!

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.