Paris güzel şehir. Göreni büyülüyor. Her sene milyonlarca turist çekmesinden de anlaşılıyor bu zaten. De, İstanbul aslında Paris'e beş basar! Salt milliyetçilik duygularım kabardığı için söylemiyorum bunu. Gerçekten öyle. Boğazı'nı süsleyen inci gibi bir denizi ve sahili var bir kere. Tarihi, kültürü, tabiî güzelliği ve birçok medeniyetlere ev sahipliği yapması da cabası. Paris'le İstanbul'u birbirinden ayıran tek bir husus var aslında. İki şehri taban tabana getirip zıtlaştırmaya yetmiş bu zaten. Paris'e ne kadar sahip çıkılmışsa; İstanbul da bir o kadar kendi haline terk edilmiş! Paris'in ağaç ve çiçeklerle dolu yeşil parkları, şehrin soluk almasını sağlayan büyük meydanları da var ama ben sadece cadde ve sokaklardan bahsedeceğim bu kere. Geçen yazımda yazdım zaten. Paris, mükemmel bir alt yapıya sahip. Yollar sadece asfaltın yenilenmesi icabederse kazılıyor. Tekrar oralara dönmeyeceğim. Yavuz Donat'ın Sabah'taki köşesini okuyunca karar verdim bir daha yazmaya. Ankara'nın Keçiören'i son senelerde değişmiş. Yavuz Donat ballandıra ballandıra anlatıyor bu modernleştirmeyi. Ayrıca, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın da gidip o değişimi gördüğünü yazıyor. Okuyunca sevindim tabii. En başta Keçiören için. İkincisi ise Topbaş'ın ta oralara gidip inceleme yaptığı için. Topbaş'ın İstanbul için iyi şeyler düşündüğünün bir işareti çünkü. Paris'i anlatmamın nedeni de bu. Belki bir faydası olur. Bizde de aynı tarihte benzer hamleler yapılmış aslında fakat arkası gelmemiş. Yarım kalmış hepsi. Batıda kent planlaması daha 1850'lerde sanayileşmeyle birlikte başlamış. O günkü kral III Napolyon 1860 senesinde Mimar Haussman'ı çağırıp "Paris'i öyle bir şehir yap ki, ben bile tanıyamayayım" demiş. Kraldan böyle bir talimat alan Haussman duracak değil ya. Hemen sıvamış kolları. Şehrin alt yapısını tamamlamış önce. Sonra da üstüne geçmiş. Sokaklar cetvelle çizilmiş gibi düzgün. Caddeler de öyle, ayrıca çok geniş. Tıpkı bizim Bağdat Caddesi gibi ama hepsi geniş. Kaldırımları da öyle. Cadde ile kaldırım arasına ağaç dikme gibi bir gelenekleri olduğunu da söyleyeyim. Öyle geniş kaldırımlar var ki, insanların rahatça dolaşıp vitrinlere bakmasına fırsat veriyor. Caddeler kum gibi araç kaynıyor. Tek sıra park yapma imkanı verilmiş bu araçlara. Başıboş değil tabii. Belli bir nizamı var bunun. Özürlülerin yeri özel olarak belirtilmiş. Sıkıysa biri gelip park etsin aracını oraya! Cezası var tabii de zaten toplum şuuru müsaade etmiyor buna, hem de hiç etmiyor. Şehirlerarası yollar da ihmal edilmiş değil ha!.. Yol kenarlarını ağaçlandırıp ses kirliliğinin öbür tarafa geçmesine mani olmuşlar. O da yoksa ahşap, branda veya cam ile önlenmiş bu kirlilik. Tam izolasyon yani! Binalar, bu ses kırıcılardan sonra başlıyor. Anlatacak çok şey var da yer bitti. En iyisi ben Paris'te hâlâ Haussman'ın koyduğu kriterlerin geçerli olduğunu söyleyip bitireyim sözümü. MI ACABA?!. Çocuklar ailede söz sahibi olmak istiyormuş... Kadınlar da istemişti ama ne oldu? Yağcı bürokrat görevden alınmış... İstisnalar kaideyi bozmaz! YTP'liler gözyaşıyla CHP'li olmuşlar... Seyahatler hep böyledir işte, git ağla dön ağla! Emekli olan memurların yerine atama yapılmadığı için 2 kütüphane kapalıymış... Oldu olacak hepsini kapasınlar da başları göğe ersin!