Fırıncı un beyazı, kömürcü siyaha dönmüş; balıkçıyla bacacının kokusu farklı... Yaylada kekik otlayan hayvanın eti, ahırda saman yiyeninkinden ayrılıyor... Mandanın çamurdan çıktığı, koyunun çalıdan geçtiği sırtlarına bakar bakmaz anlaşılıyor. İnsan da her ne ile meşgulse; gecesi gündüzü, gerçeği hayali onunla doluyor. * Rüyamda birileri var, bir şeyler olmuş, bir şeyler diyorum. Demek ki uyurla uyanıklık arasındayım; okyanus ürerinde yüzen bir kâğıt gibi. Yani göğün altında ama suya yapışık!.. Söylediğim o söz hoşuma gitse de not almak için kalkmam lazım. Kalemim sehpanın üzerinde... Fakat suda sırtüstü yatan martı gibiyim, kendimi kaldıramıyorum. Göğün altında uzayan okyanusun üstünde yüzen kâğıt gibi yapışığım, rüyada yüzüyorum! Çevreme bakınıyorum, kalem bulamıyorum. Sonra telefonumu hatırlıyorum. Kısa mesaj olarak yazıp kendime göndereyim ki uyanınca okurum, diyorum... Yazıyorum da... ...oda arkadaşımın sesiyle uyanıyorum! * Mesajım elbette gelmiyor! Artık uyanığım... Rüyamla, mesajımla birlikte, yazdığım notu da hatırlıyorum. Ve hemen, sehpanın üzerinde duran kâğıt havludan kopardığım parçaya şöyle yazıyorum: Kimin sana ne sorduğu önemli değil... Senin ne cevap verdiğin önemli! * İlk okuyuşta ben de anlamıyorum bunu, ama baktıkça manası derinleşiyor. Hepimiz, her gün birilerine bir şeyler anlatmak durumundayız. Soranlar, o şeyi bilmediklerinden soruyor ve bilmedikleri için de nasıl soracaklarını bilemiyorlar. Sen, soruyla değil de ne anlatacağınla ilgileneceksin ve karşındakinin ne anladığıyla... Sana neyin, nasıl sorulduğu önemli değil elbette. Senin neyi anlattığın önemli, ağzından çıkan sözler önemli.