Birkaç cümleyi söylemek, birkaç kişiyi dinlemek için bazen yollara düşüyor insan. Yollar ise, misina gibi; kimi ince kimi kalın, kimi dümdüz kimi dolaşık ve kiminin ucunda hüsran, kimisinde balıklar var... Aslında her balığın zorluğu, cüssesi, lezzeti biraz da kendi avcısının eseri... Soru şu: Balık mı avcıya esir, yoksa balıkçı mı balığa! Yani, yenecek bir balığın mı peşindesin, yoksa seni yiyecek bir kaşalotun ardından mı sürüklendin okyanuslara! * Uzun aradan sonra, planlı bir program sebebiyle tekrar gördüm Antalya'yı. Geçmişin haritalarında "vilayet merkezi" olarak noktalanmış yörelerden hangisi "geleceğin şehirleri" arasında kendine yer açıyor, birlikte göreceğiz. Peki ya benim zihnimde kalan Antalya? Bıkmadan kumsala yayılıp duran mavi bayraklı dalgalar... Tepesindeki kar yığınları parlayan dağlar... Her baktığın yerde yükselen palmiye, muz, hurmalar... Toprağın kuruması istenen yerlerine dikilmiş okaliptüsler... İki üç metre boyları, her mevsim koyu yeşil yaprakları, (açtığında mis gibi kokan küçük beyaz çiçekleri) ve kendiliğinden dökülünceye kadar dallarda bırakılan (portakal/mandalina arası) meyveleriyle turunç ağaçları... Hepsi, elbirliğiyle, şehrin yollarını bahçelere benzetiyorlar. * Yola çıktık. Kuzeydeki Dağ'dan sonra karlı bölgeye girdik. Buz kesen Burdur'un gölü bile düzlenmiş bir koca dondurma tabağı gibi... Isı eksilerde. Afyon'u, Kütahya'yı kar altında geçiyoruz. Yağış ancak Bilecik topraklarında yağmura dönüyor, yüzlerce km sonra asfaltın rengi ve şeritlerini görebiliyoruz. (Yollarımız mükemmel, sürekli bakım halinde, bu şartlarda bile hız azaltmak zorunda kalmıyoruz.) Ajandamın 24 Ocak sayfasında "Dördüncü Zemheri Fırtınası" notu var. O gün Antalyalılar ardımızdan yağmur bekliyordu. Ve aynı saatlerde, güneşlenen turistlerin bir kısmı denize giriyordu. İşte Türkiye'miz! Bulunmaz bir ülkedeyiz...