Milenyumun ilk senesinin ilk ayının ilk haftasının ilk günlerinde gün yüzüne çıkmıştı "Su gibi". Ve adı, ismimi geçti... Bu yazımın yayınlanmasından tamı tamına on bir yıl ve dokuz ay sonra, ben halının üzerine yatmış sırtımı dinlendiriyorken ve dışarıda yağmur çiseliyorken; "su gibi"min asıl sahibi, klavyesinin tuşlarına dokunuyordu: Bir "damla" gibiyiz, diyordu... * Küçük, sessiz, sakin... Cama vurduğumuzda, küçük zikzaklar çizerek, hızla ve telaşla pervaza inmeye çalışır gibi, ürkek... Saydamız bazen. İsteriz ki ne hissettiğimiz; kelimelere gerek kalmadan dökülsün karşımızdakinin gözlerine. Bakarak konuşuruz bu yüzden. Sadece bakarak... Ve de bıkarak; derdimizi anlatamayınca... * Tükeniriz zaman zaman. Düştüğümüz yerde paramparça olur, dağılır gideriz. Ardımızda sadece ıslak bir iz kalır sanki, yanağın üstünden dudağa doğru... * Damla gibiyiz; yudum yudum, kana kana içilen bir bardak suyun ardından, bardağın dibinde tek başına kalan... * Çağıl çağıl oluruz; el ele tutuşup şelalelerden dökülen damlalar gibi. Dünyanın her yerine uzanan denizler gibi. Bir başlayıp ucu gelmeyen nehirler gibi. Halkalar oluştururuz göllerde; hayat buluruz. Hayat veririz çöllerde; aranılan oluruz... * Ve, nihayet buluruz; ..gökyüzünde bile olsak... Günü gelip de bulutlardan yere düştükten sonra; "toprağın emdiği" damla gibiyiz!