Yaşıyoruz... Yaşadıkça, farkında bile olmadan, tırtıllar gibi hapsediyoruz kendimizi. Her an biraz daha sıkışıyoruz yolun sonuna doğru... Hayat; kendimizi sardığımız ipek ipçikler... Ya haşlanacağız, eserimiz olan kozanın içinde... Veya bir kelebek olarak uyanacağız! * Herkes, bir "nay nay nom" içinde. Bazen bakıp şaşırıyorum; acaba herkesinki uzuyor da, sadece benim mi ömrüm kısalıyor, yaşadıkça!.. Her yaşayan, ölmek için yaratılmış; besbelli! Bir mekik gibi güneş! Sardıkça dokuyor, örüyor dünyanın kefenini güün gün... * Doğmak, ölmektir... Ölmenin, doğmak olduğu kadar! Doğum günleri, ölüm günleridir; aşikâr! Doğduğu günün öldüğü gün olduğunu bilmeyenlerin, nasıl olur öldükleri gün, doğum günleri? * Bir tane, nasıl olur yüz tane; ..gömülmeden toprağa? * Ben, "kâinatın öldüğü gün"den kırk sene evvel doğdum... Kırk sene evvel ve aynı gün ve aynı saatte. Doğumuma kırk gün veya kırk saat kala, birkaç melek öğretmiş adımı evin küçük kızına, rüyada... Ne o dedemin ne diğer dedemin adını alamayınca; uzun ömürlü, çok yaşamış, bahtiyar demişler bana!.. Ve çok yaşamışım, çok: Kırk, koca, yıl... * Doğduğum günden kırk sene sonraydı, öldü kâinat... O güne doğduğun gün demişlerdi hep, ve o saate; doğduğun saat... Kırk yıl geçti aradan; aynı gündü, aynı saatti... Sabahın erkeniydi, titreyerek uyandım... Hıçkırıyordum... Yastığım yaş içindeydi... Ölmüştüm, şehir ölmüştü, kâinat ölmüştü! Veya, kâinat ölünce şehir ölmüştü ve ben ölmüştüm!.. ..... Bu "aaahh" nereye sığar?.. * Ölmek mi doğmaktır, yoksa doğmak mı ölmek?.. Her şey burada konuşulmaz, değil mi? Sözün devamı, pembe kapının ardına kalsın!