Ekim ayının ve haftanın son günü. Gezintiye çıkmış insanlar güneş dökülen sokaklarda ve çarşıda tatil gününün keyfini çıkarıyor. Vapurlar, metro ve diğer toplu taşıma araçları caddelerde gidip geliyor. Mecidiyeköy istikametine giden otobüsteyim. Ayakta, dışarıyı seyrediyorum. İkili koltuklardan birindeki adamın yanında, cam tarafında oturan bir çocuk var: Üzerindeki montun kırmızısı mavi-beyaz çizgili. Fermuarı açık. İçindeyse uçuk mavi bir pamuklu var. Lacivert pantolonu bol cepli... Ayaklarını boşlukta sallıyor. Beyaz ayakkabılarının üstündeki desen ve ipleri mavi... * Adam o sabah tıraş olmamış. Siyah paltosunun içinde durup, dalgın gözlerle dışarı bakıyor. Bir şeyler mırıldanıyor... O konuştuğunda çocuk ayaklarını sallamayı ve oyuncağıyla meşgul olmayı bırakıyor. Biraz yükselip dışarı bakıyor. Sonra tekrar oyuncağına dönüyor. Adamın sözlerine dikkat ediyorum. Anlıyorum ki, şehre kızıyor: Binalara kızıyor. Binaları yapanlara söyleniyor, bunların yapıldıkları zaman hakkında, arsaları hakkında bir şeyler anlatıyor... Şekillerini beğenmiyor, mimarları eleştiriyor... Çocuk ise her; "şunlara bak" ile başlayan cümleyi işitince, oyuncağını bırakıyor, dönüp dışarı bakıyor ve sonra tekrar oyununa dönüp ayaklarını sallamaya başlıyor. * "Şu duvarlara bak, diyor gene adam. Koca bir beton yığını daha... Her taraf duvar!.." Çocuk tekrar doğrulup bakıyor. Ve o zaman ilk defa konuşuyor: "Hiç de, diyor... Renk renk işte; hem de ne güzel boyamışlar..." * Her yerde binalar var... Herkeste gözler var... Herkes yorumluyor her şeyi... Şunu fark ettim sonunda: Bizim sınırlarımızı, her yerde dikili olan duvarlar belirlemiyor. Bizler, hayatımız boyunca kendi gözümüzde yükselttiğimiz duvarlara toslayıp duruyoruz!