Gül, korkunun kanatları altına girmekten çok korkuyordu. Bir sabah uyandığında, dikenlerinin ağladığını gördü. Yeni ve o güne kadar hissetmediği farklı bir korkuya kapılmıştı. Kendisini korumakla görevlendirilen dikenler neden ağlıyordu hiç durmadan? Uyandığını hissettirmemeye çalışarak, bir süre öylece bekledi. Yeşil yaprağına en yakın yerde duran muhafız diken anlatmaya başladı: "Ben, gülün yalnızlığına ağlıyorum. Ağlamayı kendine yakıştıramadığı için sürekli mutlu görünüyor. Biliyor ki, herkes onu çok seviyor ve güveniyor ki biz onu her türlü kötülükten koruyoruz. O sadece yaşamanın keyfini sürüyor." Alttaki dikenlerden biri başladı konuşmaya: "Ve giderek bencilleşti. Bize daha üstten bakarak değer vermemeye başladı. Peki, biz bunu hak ediyor muyuz?" Bütün dikenler dile geldi: "Hayır, biz bunu hak etmiyoruz. O gül, çünkü Allah ona gül olmayı emretti. Biz dikeniz, bize de diken olmayı. Onun güllüğü ancak biz varız diye anlam kazanıyor. Ama o dökülüp, solup gidince biz yine diken olarak hayatımızı sürdürüyoruz..." Gül, dayanamadı ve içinde giderek büyüyen korku balonunun patladığını hissetti. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Çünkü muhafızları haklıydı. Mevsimi yaklaşmamıştı ama o kadar alımlıydı ki, -her an biri gelip tutunduğu dalından ve dikenlerinden ayırabilirdi. Sonra, ne anlamı vardı ki böyle böbürlenmenin? İşte geçip gidiyordu hayattan... "Duydum" dedi inlemeli bir sesle... "Hakkımda neler düşündüğünüzü duydum!" Dikenler, tıpkı nöbette yakalanan askerler gibi hemen dikkat kesildiler ve utandılar biraz da. Gül, kendilerini savunmalarına fırsat vermedi: "Haklısınız... Ben kalıcı değilim, sizse kimbilir daha kaç güle korumalık yapacaksınız. Hakkınızı helal edin" dedi. Yeniden ve hiç uyanmamacasına korkulu bir uykuya bıraktı kıpkırmızı yüreğini... *** Yukarıdaki öyküyü neden yazdım, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Çevremizdeki güller ve dikenlerin çokluğu, kendi yerimizi biraz daha netleştirmeye itmeli bizi. Sürekli dikenleriyle dolaşanlardan uzaklaşmaya çalıştıkça, kendimizin de birer gül veya diken olduğumuz vehmine kapılmak dürtüsünden kurtularak yapmalıyız belki de bunu. *** İlkin, ağlamak meselesini halledelim. Eski siyah-beyaz Türk filmlerinden, melankolik bir aşk öyküsünden, turkuaz bakışlı bir çocuktan, hakkımız olmadığını bildiğimiz halde "neden bizim değil" hayıflanmasından, kurşuna dizilmiş bütün masum bedenlerden, kral yapıldıktan sonra ilk önce kendi babasını kesenlerden, çalıştığı işyerinde oturduğu makamı sultaya çevirenlerden, yetim hakkı yiyerek habire şişenlerden, kirli beyaz elleriyle araba camlarını temizleyen -sahte- sakat çocuklardan, dilendirmek zorunda bıraktığımız dedelerden- ninelerden, saçını okşamadığımız için bize karşı müthiş bir kin çoğaltan kendi bebeklerimizden yola çıkarak ağlamak... Ancak o zaman erebiliriz varlığın derin hikmetine... Gerçekten ağlayarak... *** Bitiyor değil mi? Hayat dediğimiz oyuncak, çocuk oluyor, genç oluyor, yaşlı oluyor ve bir gün elimizden alınıyor. Aslında elimizden alınmıyor, biz hayat denen oyuncağın içinden çekip çıkarılıyoruz. Bu muazzam ders yetmiyor mu hayatı anlamaya, anlamlandırmaya? Öyleyse, gül ya da diken olmanın ne önemi var, söyler misiniz? Aslolan-, hepimize bir hayatın bahşedilmiş olması değil midir? Veya bir hayata armağan edilmiş olmak?.. *** Bugün kronometrelerimizi sıfırlayalım ve sıfır yılı olarak kabul edelim günü. Bakalım yarınki artılar, bugünün günahını, ayıbını, pişmanlığını, ertelenmişliğini, ihmalini, gururunu, kibirini, kinini, onursuz ihtirasını, yorgunluğunu, bütün boş ve anlamsız ihtişamını örtmeye yetecek mi? Bence, denemeye değer...