Gürül gürül akan o geniş nehrin kıyısında yaşayan bütün insanlar; karşıdaki refah seviyesinin çok daha yüksek olduğuna inanıyordu. İşte bu yüzden (baba mesleklerine ve şu anki meşguliyetlerine bakmadan) kendi çocuklarının da "mutlaka" diğer yakaya geçmesini istiyorlardı! Nehir kenarında, yüzücü yetiştiren iyi kurslar vardı. Fakat bunun biraz da kabiliyet işi olduğu hatırlanmak istenmiyordu! Önceleri kurslar "öğrenci" seçiyordu. Ardından öğrenciler "kursları" seçer oldu. En sonunda öyle bir mecburiyet hissi oluştu ki, insanlar kurs paraları için mal satmaya, kredi almaya başladı. Bunu yapmayan ana babalara ve günlerinin çoğunu kurs yollarında geçirmeyen evlatlara iyi gözle bakılmaz oldu! * Yılda bir defa yapılıyordu karşıya geçme sınavı. Cinsiyeti, yaşı, yaşadığı bölge umursanmayan adayların belli zaman ve mesafe içinde yarışması gerekiyordu. Annelerin ağlaşıp babaların dua mırıldandığı bu heyecanlı iki saat sonunda akla kara belli oluyordu. Ama asıl "akların ne kadar ak" olduğunun anlaşılması daha sonraki günlere kalıyordu. Çünkü kursların taktığı renk renk kolluklar, can simitleri, yelekler çıkıyor ve dershane öğretmenlerinin taktikleri sınavla birlikte kesiliyordu... Yani böyle teşvik ve zorlamalarla nehirden geçirilenler, aslında yüzmeyi öğrenmiş olmuyorlardı! * İçi yanan biri dedi ki: "Bizler farklı huy ve kabiliyete sahip milyonlarca öğrenciydik. Sürüler halinde aynı sınavlara tabi tutulduk. Öğrenmiyor, sadece "çıkacak sorulara ne diyeceğimizi" ezberliyorduk!.. Bunca yıl tek hedefimiz; ilk sınavı geçmekti! İyi ama önümüzde duran bir koca "hayat" vardı ve sınavı geçsek de geçmesek de, işte bu "gerçek hayatın" içine düşüyorduk!.. Acaba sınavın ve o upuzun sınav yolculuğunun önümüzdeki hayatla ne kadar alakası vardı?" Bu sorunun üzerine başka ne diyeyim?