Herkesin tanıdığı çok Kemahlı var, fakat Kemah'ın tanıdığı Kemahlı sayısı çok azdır... Farkında mısınız bilmem; şu an, epey insanın yüreğinin "cızz" etmesi gerekiyordu! * Peri bacaları da denen kayalar... Botlarla gezilip su sporları yapılabilecek nehirler... Her mevsim karlı dağlar... Serin mağaralar ve kaynak suları... Tarihin her devrine ait kalıntılar, kaleler, uçurumlar... Tuzlalar... Evliya kabirleri, mumyalar, taş ve mezar işçiliği... Yaylalar, hayvancılık, arıcılık, meyvecilik... Bunların benzeri birkaç özellikle çoğu yöre, hatta ülke bile kalkındığı halde, Kemah bir ceviz gibi kendi içine hapsolmuş... Hatta adı ve parası Türkiye sınırlarını çoktan aşmış zenginler ve sanatçılar da yetiştirdiği halde... Böylece Kemah'tan bahsedip bu güzel ilçeyi tanıtmaya çalışmak da benim gibi bir pulsuz ve çulsuza kalmış! * Kemah, Osmanlı'nın bir sancak şehri... Ama mazisi var: Burayı İlk Çağda ele geçiren Arsakiler daha sonra önemi çok artacak bir kale yaptırdılar. Bu ele geçirilmesi zor kale önce Sasaniler'le Bizanslılar ve daha sonra Bizanslılar ile Araplar arasında birkaç kere el değiştirdi. Malazgirt Savaşından sonra Alparslan'ın komutanlarından Emir Mengücek tarafından alındı ve onun hanedanı tarafından iki asra yakın yönetildi... Çeşitli istilalara maruz kalan bölge Yavuz Sultan Selim Han tarafından 1514'te Osmanlı topraklarına katıldı ve kale onarıldı. O dönemde içinde 600 ev, cami ve mescitler bulunuyordu... * Kemah Kalesi, doğal şartlarla oluşmuş dünyanın en büyük kalesi. Bütün kaleler içinde ise genişlik bakımından ikinci sırada imiş. Munzur Dağlarından gelen Tanasur Deresinin (inanılmaz bir diklikte) kestiği ve diğer yanda Fırat Nehrinin bir kanyon gibi ikiye böldüğü arazinin orta yerinde, dev bir peynir kalıbına benzeyen koca kütle... Öyle ki çoğu yerde aşağı bakmak bile mümkün değil, çünkü yer yer 60-65 metreye varan bir uçurum bu kalenin duvarları (Not: İstanbul Boğaziçi Köprüsü'nün denizden yüksekliği 64 metre)... Ya tırmanmak zor olduğundan ya da meraklısının az olduğundan Kemah'ta kaleyi dolaşmış insan bulmak biraz zor. Peki, kimler tırmanıyor buraya? Yasak masak dinlemeyen define arayıcıları... Yetkililer ve yetkisizler tarafından, zaman içinde belki de yüz kere kazılıp "bir şey yoktur" raporu verilmiş yerleri (belki de daha önce yine kendilerinin unuttukları kazma kürekleri bulmak için) tekrar tekrar kazıyorlar, tarihi duvarları deşeleyip duruyorlar! Yazık değil mi?.. Biz de yeni kazılmış bazı çukurlara rastladık. Yani, bazı duvarları biraz daha zayıflatmış, bazı basamakları biraz daha yok etmiş olan çukurlara! * Kemah ile ilgili yazılar süreceğe benziyor, ama bugünkü bölüm bitmeden bir hoş hatıra anlatayım size... Soğuksular Mesire alanı denen bir yer var... Kayaların arasından buz gibi sular fışkırıyor, toplanıp bir insanı sürükleyebilecek koca bir dere oluyor ve yeşillikler arasından Fırat'a doğru hızla akıyor... Suyun iki yanına masalar konmuş birileri yiyip içiyor... Bu su yılbaşına yakın kesilip akmıyor, ama baharda tekrar gürleyip geliyormuş. Şu an da zaten ağustos ayının ortası... Bunları konuşurken, müşteriler seslendiler. Ortada hizmet eden çocuk koştu. Masanın suyu bitmiş... Beyaz plastik sürahiyi aldı eline, yürüdü. Ben ne olacağını bilmeden dalmış öylesine bakıyordum... Çocuk yürüdü, çimenin ortasından köpük köpük akan dereye sürahiyi daldırıp doldurdu ve götürüp müşterinin masasına koydu... Ben "aa" filan dedim ama Belediye Başkanı Şükrü Balcı bey dahil, herkes benim şaşırmama şaşırdı... Dediler ki, bu akan; toprağın altındaki yollarından gelip burada fışkıran tertemiz kar suyudur... Temizdir, soğuktur ve tatlıdır... Ben içtim, siz ferahlayın!