İki üç sene önce Çorlu'daki bir büyük alışveriş merkezinde, mağazalardan birinde gezinirken bir tişörtün renklerine çarpıldım: O yana gittim aklım onda kaldı, bu yana yürüdüm gözüm gene ona takıldı. Geri dönüp tekrar baktım, daha çok hoşuma gitti; bunu giysem bana çok yakışacaktı... Soyunma odasına girip denedim, aynaya baktım: İki parmak enindeki sıcak renk şeritleri sarıyordu göğsümü. Satın aldım ve hemen o akşam giydim üzerime... Bir süre sonra İzmir'deydim... Bindiğim minibüs sanayiye doğru gidiyordu. Hava sıcaktı, insanlar terliydi, camlar açıktı... Uzak semtlerde hızla yol alırken, aniden kenara yanaşıp yavaşladık. Minibüse atlayan adam ücretini öderken aniden fark ettim ki; o ayıla bayıla aldığım tişört bu tipsiz, şekilsiz, bakımsız, terli, muhtemelen kötü kokulu adamın sırtında!.. Aklımda ne varsa dağıldı o anda: Sultanın kaftanını merkep üstüne sermişler sandım!.. Yârimi bir yabancının kollarında görsem, içimin sızısı işte bu duyguyla akraba olurdu mutlaka!.. İstanbul'a geldim. Dolabı açtım, o tişörtü çıkardım. Yanına bir iki başka kıyafet de ekleyip torba yaptım, kenara koydum. Evden ayrılan ilk misafir Düzce'ye gidiyordu. Gönderdim ve bir oh çektim!.. * Şimdi bu anlattıklarım, acaba sıradan bir tişört hikâyesi mi sadece? Elbette değil! Bizler, bize sunulan her şeyi; sunan kişinin üzerinde görüyoruz! Çok beğeneceğimiz bir işi, bir fikri, projeyi veya hizmeti; yanlış yerde ve yanlış biçimde görmüşsek yahut yanlış kimsenin ağzından dinlemişsek ondan nefret edebiliyoruz! Şöyle bir netice çıkarmak lazım bundan: Bir işin, bir fikrin, bir grubun, bir hizmetin parçası isek; o ideal ve misyonun, kendine has özel rengi ve biçimiyle bizim sırtımızda gözüktüğünü unutmayacağız!.. Doğru, düzgün, bakımlı, kültürlü kişiler olacağız; bilgilenip, donanacağız ve bunu insanlara sunarken beyefendiliğe ve hanımefendiliğe çok dikkat edeceğiz. Çünkü insanlar; sunulan kıyafetin "kimin" sırtında olduğuna bakıyor önce...