(Zaten düşündüğüm bir konu, geçen gün izlediğim minareli filmden sonra iyice gözümün önüne geldi. Yazmazsam çatlayacağım!) Yemek masalarında kaplar, şişeler vardır... İnsanlar, bunların içinde ne olduğuna göre onlara muamele ederler... Hiçbir kimse, hiçbir şişeyi şeklinden veya renginden dolayı dövmeye çalışmamıştır. Zaten bunu yapan varsa, hastadır! Elbette inancımız da bize bunu böylece telkin ve emir eder. * Rafta duran şişe, şeffaf bir cam bile olsa; içinde ne olduğunu kolayca anlayamazsın! Bilemezsin içinde alkol mü var zemzem mi, şarap mı var, şurup mu... Öyle de olsa böyle de; "ya içinde şu varsa" diyerek şişelere nişan almayacağız. Çünkü buna zulüm deniyor, terör deniyor ki büyük günahtır. Hatta üzerinde; "şarap şişesi, zehir şişesi, kezzap şişesi" yazsa bile şişeler kırılmaz! Peki neden? Çünkü suç şişede değil ki, içindekinde! Ve o şişenin her zaman boşalıp temizlenme ihtimali var! Senin, bir şişeyi duvara çarpıp kırma hakkın yok... Peki içinde zehir bulunan, zıkkım bulunan, senin inancına düşmanlık bulunan bir şişeyi sevmeye hakkın var mı? Elbette o da yok!.. İşte tam da burada; sadece kalbinde ışık ve nur ve parlaklık ve aydınlık bulunanların anlayabileceği bir nokta var. O nedir? Şudur: Sevmek veya sevmemek zorunda olduğumuz; şişe değil, içine dolmuş bulunandır! * Bir bilgi aktarıyorum: "İman, altı şeye inanmak demektir ama Müslüman olmak için iki şey daha lazımdır. Birincisi gayba (gözden perde kalkmadan) inanmak; diğeri de hubb-i fillah ve buğd-i fillah, yani Müslümanları Müslüman oldukları için sevip Müslüman olmayanların bu (Müslüman olmayış) hallerini sevmemek." Bir kimse (üzerinde, içinde ne olduğu yazan ve içinde de üzerinde yazan şey bulunan) şişenin başında oturuyor. Onun durumu, şişenin içindeki ve kendi kalbindekiyle ölçülüyor! "Şişe ve içindeki" kavramını anlamayı tercih eden kimse, sanırım bu ve benzeri filmlerdeki çukurlara düşmeyecekler!