(...ya da "satır araları") Bir tren, işte, şu yana gider... Binsen de, binmesen de; ona akıl versen de vermesen de!.. ..... (Sadece bunu bile; dinlemek de, anlamak da, anlatmak da ve tam kalbinden kabul etmek de zor... Değil mi?) * Al bakalım, bir mermi sana... Koy bunu silahına, ve tek tek vur karşındaki ordunun bütün askerlerini, hem de alınlarından!.. ..... (Bu da zor, değil mi; Ardında kalanlar sağ olsun ve yaptıkları bal olsun diye, kendi canının bağlı olduğu iğneyi tereddüt etmeden kullanan arıları tanımayan kimseler için?..) * Dur, daha bitmedi: Aşkı "cıs" bileceksin! Kendin işte bu cıs ile yanacak ve insanların yüreğini ısıtacak ateşin... ..... İyi de, bunlar nasıl olacak? Söylemiştim "zor" diye; anlamak da, anlatmak da!.. Yani... Koca bir ağacın olgun meyvelerinden üç tanesini delseler ve dilinin üstüne her birinden birer damla dokunsa... BİRİNCİ DAMLA: Konuşup durma; varmak istediğin yere gidenlerin arasına katıl... İKİNCİ DAMLA: Düşünüp durma; zaman sana gülmüş ve kader Hasan'lardan birine "Ulu bahtlı" olmayı münasip görmüşse; yapman gerekeni yap... Ki, ardından koşanlar da yapmaları gerekeni yapabilsinler! ÜÇÜNCÜ DAMLA: Aşkı bil ve bildir... Aşkı bilmek; ateşi bulmak gibidir! Altından kömüre, zülfikardan çeşmibülbüle kadar ateşten geçmeden gelen kim?.. * Bunların da özeti artık bir babanın, bir öğretmenin, bir patronun kestirme, duygusuz ifadesine benzer ki, şudur: "Sus!.. Yap!.. İste!.." Veya: "Gönül hoşluğuyla, gitmen gereken tarafa yürü!" (Aynen böyle deseydim; daha mı iyi olurdu? Acaba kimler rağbet ederdi bu sıradan ifadelere ve şu üç kelimeye kimler, hangi gözle bakardı?) Doktorun reçete üstüne yazdığı yazıda başlıyor ya çoğu tedavi; onun gibi!.. Önemli olan; inleyen hastanın okumaya çalıştığı yazıyı anlaması değil, ilacın gideceği yeri bilmesi!.. * Bir gün; Sen, okumana bak, demişlerdi bana... Okuduğun satırları anlamasan bile, anlaman gerekenleri satır araları öğretir sana!..