"Bir zamanlar Kuzey Amerika olarak bilinen bir yerin yıkıntıları içerisinde Panem ulusu yaşamaktadır. Başkent Capitol'ün etrafında 12 bölge bulunmaktadır. Capitol şiddetli ve acımasızdır ve bölgeler bir hat boyunca sıralanmıştır. Onların her biri her yıl yapılan açlık oyunlarına katılmak zorundadır. Yarışma için her bir bölge, yaşları 12 ila 18 arasında değişen birer erkek ve bir kız çocuğu göndermek durumundadır. Açlık oyunları TV'den canlı yayınlanan ölümüne bir kavgadır." "Açlık Oyunları"nın basın bülteni, filmi böyle anlatıyor. Fantastik başlığı alabildiğine derinlik ve özgürlük sağlıyor tercih edenlere... Tarih, yer, gerçeklik konusunda hiçbir anlam mecburiyeti yok. Ama sonuçta hep iyi ile kötünün, sömürenle sömürülenin ve/ veya esaretten kurtuluşa uzanan yolun üzerine döşeniyor her şey. Bu kurmacada gerçek dünyadan illa ki alıp hikayenin/ hikayelerin tam ortasına yerleştirdiğimiz bir şey var: Aşk... Dinozorlar çağına da gitsek, uzaya da çıksak yanımızda götürüyoruz. Onsuz çözemiyoruz hikayenin düğümlerini. Sevgi, cesaret, fedakarlık gibi soslarla yemeğe şekil veriyoruz. Capitol'ün seçkin ve hükümran halkının kılık- kıyafet anlayışı modanın hangi tuhaflıklara yelken açabileceğinin ironik bir örneği. Diğer taraftan Capitol'ün liderinin günümüz sahil kasabasında yaşayan ve kendini bağ bahçe işlerine vermiş normal hatta sevimli ihtiyar hali ve kıyafeti ise, "Buyur burdan yak!" türünden bir tuhaflık. Bu dev prodüksiyonun içindeki macera ve aşkın peşinden gitmek yerine "El Yazısı"nın insanın kalbine dokunan duruluğu ve derinliği daha önemli geliyor bana. Neticede bir hikaye anlatıyorsunuz. İşe buradan başlıyorsunuz. Ne kadar tantana koparılırsa koparılsın "Açlık Oyunları"nın hikayesi pembe dizi romanların üzerine çıkamaz edebi olarak. Elbet çok satabilir. Bi dünya para kazandırabilir. "El Yazısı"nın hikayesi ise bu anlamda daha onurlu bir yolu tercih ediyor; insanı ve aşkı gerçekliğin keşfedilmemiş bir penceresinden anlamaya çalışıyor: "Herkesin veremediği bir aşk mektubu vardır." Seyir zevki ve ortaya konan işteki ustalık açısından prodüksiyon imkanlarını göz önüne alarak bir kıyaslama yaparsak, El Yazısı'nı Açlık Oyunları'ndan aşağı tutmuyorum. Açlık Oyunlarında mücadelenin ortasında gökten paraşütle imkan indirmek, yangın çıkarmak, yaratık yollamak saatte 300 km. hız yapan trenin övüldüğü bir zamanda ortaya karışık saçmalıklardan sadece bazıları. Ama fantastik olunca "saçmalık" lafı haksızlık kabul ediliyor! El yazısı'nda ise eczacı kızın şehirden gelip kasabaya yerleşmesi ve yalnız yaşaması alışık olduğumuz bir durum değil. Neden kasabayı tercih ediyor? Doktor olsa tayinin, mecburiyetin arkasına sığınırız. Ufak tefek kusurlar. "Ayaz" için ise şu söylenebilir: Hakan Kurşun reklam çekmeye devam etsin. Kapasiteli ve başarılı insanların "kötü" işler çıkarması kabul edilebilir ama çöpe atmak kaydıyla... Velhasıl, "El Yazısı"nı çok sevdim. "Açlık Oyunları" ise bana hitap etmese bile türünün başarılı bir örneği olarak kabul görecek. İyi seyirler...