"Ve biz at sırtında Orta Asya'dan hicret eden yorgun bir kavimdik. Kendisine yurt arayan bir aşirettik; nihayetinde bir kaç yüz çadırla Söğüt'e yerleştik. Bizim hikayemiz işte böyle başladı. Çadırımızın direğini Söğüt'e diktik. İplerinin çivilerini üç kıtaya çaktık. Bugün kim ki Osmanlı'nın ve Osmanoğulları'nın aleyhine bir cümle kurarsa, biliniz ki bizden değildir. " Yukarıdaki satırlar bir kaç ay önce yayınlanan "Doğudan Geldiler" isimli kitabımın önsözünden. İnsanın kendi kitabından bir referansla yazıya başlaması enaniyet olarak kabul edilebilir. Ancak ben kendimi bu ülkede yaşayanların ortalaması bir insan olarak gördüm hep. Osmanlı'nın torunu, Osmanlı'ya karşı hürmetkar ve mahçup hisseden bir insanım. Muhteşem Yüzyıl ile başlayan, Fetih 1453 ile süren ve şimdilerde "Kıyam" ile devam eden "Osmanlı Tarihi"nden beslenen film ve dizilerin devamı gelecek gibi görünüyor. Çünkü yüzyıla yakın sövdükten ve soğuk durduktan sonra, şimdi önce sulh ve sonra pazarlama gayreti içindeyiz. Ve fakat... Bunu da hakkıyla yaptığımız söylenemez. Dolayısıyla benim mahcubiyetim devam ediyor. Çünkü... Osmanlı bizim algılamak istediğimiz gibi üzerinde oynayabileceğimiz bir alan değildir. Tarih değiştirilemez ve bir haysiyeti vardır. Önceleri icap ediyordu; yok saydık, sövdük. Şimdi de anlamak istediğimiz gibi anlıyoruz. Yok öyle şey. Seversiniz, sevmezsiniz. Osmanlı bir İslâm Devleti'dir ve sosyal hayatının görüntüsü bu akideye bağlıdır. Yani evin içinde herhangi bir Osmanlı hanımını mahremiyle başı açık, rahat kıyafetli gösterebilirsiniz. Ancak onu rengarenk giysilerle, başında abuk subuk tüllerle, bukleli saçlarını savura savura çarşı pazar gezdiremezsiniz. "Biz yaptık; oldu" derseniz... Size yakın geçmişe bakmanızı öneririm... Çünkü bizim lise kitaplarımızda Emin Oktay da "Ben yaptım oldu" diyordu. Ama olmadı. Onun sövmelerine karşılık, Sultan Abdülhamid benim Ulu Hakanımdır... Milletin de... Vicdanlar sizi yargılar. Reyting ise asla kurtarmaz...