Hani zat-ı muhterem o kadar meşguldür ki, bin bir ricadan sonra aldığınız randevu 15 dakika sürecektir ve size verilen saat mesela 14:48 gibi son derece de eksantriktir. Vay bee. Acırsınız adama da, o altın değerindeki koskoca tam 15 dakikasına kan doğrayacağınızı düşünüp pişman bile olursunuz. Vardır böyle tipler. Özensek mi, acısak mı bilmiyorum! O dereceye gelmemiş olanların bir önceki durumu ise son derece itinalı doldurulmuş iş ajandalarıdır. Ah yapacak ne kadar çok iş var ve fakat gün yetmiyor! A be cancağızım; ömrün yetecek mi peki? Halbuki çoğu zaman insanın hoşuna giden, kendisini anlamlı ve önemli kıldığını düşündüren bir zoraki tempodur bu; fakat hayat sürprizlerle doludur. Tıkır tıkır işleyen çarklardan birinin dişi aşınır ansızın. Ya bir hastalık taş koyar, ya bir sarı zarf insan kaynaklarının yolunu gösterir... Belki de piyasalarda ters bir rüzgar eser; ajandanın üstündeki karalamaları bir anda siliverir. Araya sıkıştıracak ziyaretçi bulamazsınız; ziyaretçi olmak isteseniz, telefonlar hep meşgul çalar... İnişler ve çıkışlar... Bir roket gibi hep çıkış yaşasanız da, toslayacağınız bir duvar var mutlaka: Ecel... Yazık değil mi nazlı nazlı süzülüp gelen bahara yüz çevirmek... Yazık değil mi şehrin sokaklarında rastgele bir yürüyüşten mahrum yaşamak... Yazık değil mi ansızın kapısını çalıp şaşırtacağınız bir dostun aklınıza gelmemesi veya vaktinizin olmaması... Necatigil'in dediği gibi; "Sevgileri yarınlara bıraktınız..." Keşke sevgi olsaydı sadece... Bıraktığımız büsbütün yaşamak çoğu zaman dört elle sarıldığımızı zannederken. Hayatı değerli kılmak yerine, önemli olmanın peşinde dili sarkık koşturmak... Plan! Program! Disiplin! Hepsinin gireceği bir çuval bir yerlerde bekliyor halbuki...