Yazı İşleri Müdürümüz Mehmet Okyay'a teslim olduğum gün yaşım 17 idi. Haziran 1984'tü. Neredeyse Rahmetli Mahmut Genç amcadan, Mustafa Cengiz Öztürk abiden ve İsveç çakısı gibi her işe yarar Süleyman Özkonuk'tan ibaret yazı işlerinde, hani reklamdaki gibi "Getir-götür Murat" olarak bir hastalığın pençesine düştüm: Gazetecilik... O zamanlar mesleğin ruhu neredeyse mücessem bir halde hep yanı başımızdaydı. Rahmetli Ethem Kırçın abi "adam" olmayı öğretiyordu gidip gidip ona dert anlattığımızda... "Ruh" o idi mesela... Sonra teknik servise paraşütle indiğimde rahmetli Mustafa Güntekin o "ruh"u temsil ediyordu yeri geldiğinde. Fatih Kökce de oradaydı, Fuat Yüceer de... Renkleri ayırıyorduk karanlık odada. Pikaj-montajda Muaviye Gül abi vardı hep gülüyordu; o da "ruh"tu. Ve üç gün uykusuz montaj yaparken Mustafa Asım da "ruh"tu... Zirai Donatımdan bir Fuat Bol zuhur etti üst kata. Yani benim bırakıp tekniğe indiğim yazı işlerine... Rahmetli babamın kullandığı Erenköy servisinde arkadaş olduk gidip gelirken... Derken Yazı İşleri Müdürü oldu. Ben kültür-sanat sayfasıyla uğraşıyordum o sıralar. Sabah 6:30'da beni evden alıp işe giderken ve gece 02:00'de geri dönerken biz de ruhlaşıyorduk: Soruyordum "Yahu biz niye 4 buçuk saatliğine eve geliyoruz ki?" Mehmet Soysal döndü askerden, zayıf, esmer ve henüz saçları yerinde; gidilecek son noktaya gitmeye azimli ve kararlı hallerde... Rahim Abi'nin hemşehrisi. Elazizli. O konuşunca Türkiye'nin yarısı Elazizli diyorum kendime ve nereli olduğumu söylemeye dilim varmıyor... Çünkü anlamı yok... İsmail Sefa İpşir, çocukluk arkadaşım ve kardeşim virüsü kaptı benden ve Kadıköy-Eminönü vapurlarında yalnız değildim artık. Konyalı'dan aldığımız poğaçaları yerken ve Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken de... Halis Baltacı'yı da alıp bazen Sultanahmet'e kaçıyorduk; sohbetin belini kırmak için. Öğle yemeği bahanesiyle. Gazeteyi kurtarıyorduk. İstanbul'u kurtarıyorduk. Türkiye'yi kurtarıyorduk. Sonra geç kaldığımız için fırça yerken önce kendimizi kurtarmamız gerektiğini anlıyorduk. Yaka-paça askere gitmiş/götürülmüştüm. Babamı kaybettim oradayken ve üç gün izinle cenazeye geldiğimde elimi Enver Abim tutuyordu ve başımı yaslayacak bir omuz vardı hep. On sekiz yıl sonra yani üç-beş gün önce küçük oğlum da elimi tutan o eli öpüyordu ve ben "ait olmanın" sonsuz huzurunu yaşıyordum. Patronumuz gazetemiz kurulduğundan beri hep aynı; babamız, abimiz, canımız yani... Sevgili Sadık Söztutan'ın emeğiyle dün elinize ulaşan ve 43 yıllık hikâyemizi anlatan ilave aslında bir ilave değil, bizim kim olduğumuzun resmidir. Elinize alıp baktıysanız, sevgili okuyucum, sizin de resminizdir. Çünkü biz bu gazetenin hem hep gazetecisi ve hem hep okuyucusuyuz... Kafa kağıdımızda yazmasa bile, adımız gibidir bizi tarif eden: Biz Türkiye'yiz.