Ben iki dedemi de göremedim. İlki benden altı yıl önce vefat etmiş. Diğeri doğumumdan yirmi bir gün sonra. *** İlki kundura ustası. Bahar yağmurlarında, iki katlı evinin bahçesine sandalye atıp, şemsiyeyle oturan adam. Yağmur damlalarının "şıpırtı"larıyla kendinden geçen... Halil Vehbi Efendi... Diğeri Boşnak. Kedileriyle Boşnakça konuşan, Kurtuluş Savaşında iki cephede savaşıp iki cephede de esaret yaşayan bir gazi. İşi sebzecilik... Bahçeleri var. Yetiştiriyor ve satıyor... Hacı Mehmet Efendi... *** Bir defa gözlerinin içine bakabilmek, bir defa konuşabilmek, bir defa ellerini öpebilmek için neler vermezdim. Ama bunları düşünürken... Bir başka şey çarptı beni. Onlar hiç göremediğim, tanıyamadığım insanlar... Ya gördüklerim? *** Hiç sahip olmadıklarımız veya olamadıklarımız için derin bir hasret ve hüzün içindeyiz de... Aynaya dürüstçe baksak: Kendimizle kavgalıyız çoğu zaman. Neden yakınlarımızı, hatta insanları anlayabilmek için onları kaybetmek zorundayız? Ve neden illa ki anlaşılmayı ve sevilmeyi bekliyoruz? Mutlu olmak için hayattan devamlı rüşvet istiyoruz da, kızıp öfkelenmek veya hayata sırtımızı dönmek için alabildiğine cömertiz. *** Halil Vehbi Efendi ve Hacı Mehmed Efendi sadece fotoğraflarıyla karşımda. Ve ben onları özlüyorum. Dürüst müyüm peki? Mesele bu... Çıkıp gelseler karşıma o fotoğrafların arkasındaki derin ve zengin hayatı kuşanıp... Çıkıp gelseler sevgileri, öfkeleri, kaprisleri, huyları ve huysuzluklarıyla... Onları kaybedene kadar, ellerini aşkla öpmeye âmâde bir torun olur muydum acaba? *** Olur muyduk?