Haftalardır, günde üç öğün tartıştığımız, yorumladığımız iki ana gündem maddesi beklenenin de ötesinde bir hızda sonuçlandı ve Türkiye hem seçim sürecini katileştirdi, hem de AB uyum paketinin kanunlaştırdı. TBMM gösterdiği performans ile beklentilerin üzerine çıktı. Böylece, seçim kararı almış bir meclisin başka bir yasa çıkaramayacağını savunanlar da, AB uyum yasaları gibi, netameli ve tartışmalı bir paketin de mecliste gerçek demokrasiye yaraşır bir kalitede tartışılarak yasalaşması ile mahcup oldular. Siyasetin kırılma noktası diye nitelediğimiz bir haftada korkulan olmadı ve geleceğe yönelik umutlar biraz olsun yeşerdi. Kuvvetler ayrılığı prensibi Temsili demokrasilerde en temel kural olan kuvvetlerin ayrılığı, yani yasama ile yürütmenin birbirinin tesiri altında kalmadan karar vermesi süreci belki de ilk defa bu ölçüde net ve olumlu bir şekilde işledi Türkiye'de. Genellikle hükümetlerin aldığı bir kararı onaylayıp yasalaştıran bir meclis yapısına alışık olduğumuz bir gerçek. Oysa son bir haftada, AB yasalarının müzakere ve oylamalarında, hükümet bir bütünlük içinde olmadığı için, muhalefet partilerinin de kısmen katıldığı, hatta neredeyse her milletvekilinin kendi iradesi doğrultusunda görüş ve oy belirttiği bir meclis vardı ve bu durum demokrasinin özü açısından da çok umut vericiydi. Türkiye, geleceğinin şekillenmesinde hayati önemi haiz böyle bir konuda, Meclis'inin sadece iktidar gücüyle değil, parlamenter inisiyatifi ile karar verdiğini, yani gerçekten "yasama" yaptığını gördü. Bu durum, yasaların kendisi kadar önemli ve umut verici idi. Şimdi beklentiler müspete döndü, umutlar yeşerdi. Fakat Türk insanın genel yapısının getirdiği bir tehlike de ortaya çıkmakta: Beklentilerin abartılarak pembe tablolar çizilmesi. Sanki her mesele bir anda halloldu, Türkiye artık AB üyesi, seçimle beraber kalıcı bir istikrarın gelmesi kesinleşti gibi bir havanın estirilmemesi gerekir. Türkiye'yi bunaltan ekonomik ve sosyal sorunlar dağ gibi önümüzde duruyor. AB üyeliği için geleceğe umutla bakabiliriz ama, üye olmamız için elimizde bir garanti yok. Pekala Aralık ayında Kopenhag'da Türkiye'ye "Kanunlar iyi, güzel ama, bir de uygulamayı görelim sonra karar verelim" diyebilirler. Bu kötü bir şey değil ama, insanlarımız bu konuda hayalci bir iyimserlik içinde beklentiye girerlerse, böyle bir kararın piyasa psikolojisine etkileri tahrip edici olabilir. Bu yüzden, umutları yeşertirken temkinli olmayı, atılan adımların müspet olduğunu, ama daha önümüzde atılacak çok adım olduğunu da hep hatırda tutmak gerekir. Ak Parti gerçeği Seçim sonrasına ilişkin birçok senaryo var ve bunlar umut veya endişeleri besliyorlar. Türkiye korku ve vehimlerin ülkesi olduğu için de, seçim sonrasına ilişkin yazılan olumsuz senaryoların ana ekseninde Ak Parti'nin neredeyse kesin olan birinciliği yer alıyor. Oysa bu tür vehimlerin Türkiye'ye hiçbir hayrı olmayacağı gibi, gerçeği yansıtmadığını da görmemiz gerekir. Evet Ak Parti büyük ihtimalle seçimden en büyük parti olarak çıkacaktır ve iktidarın da en yakın adayı olacaktır. Bu sonuç, demokrasinin tabii bir sonucu olarak tezahür edecektir ve bunun üzerine korku senaryoları üretmenin de ülkeye hiçbir faydası da yoktur. Kaldı ki Ak Parti gerek söylemi ve programı ile, gerekse ülkenin ekonomik ve sosyal gerçeklerine yaklaşımı ile makul, sistemle çelişmeyen bir portre çizmektedir. Türkiye seçimle gelen bir istikrar aramaktadır ve Ak Parti, eğer alacağı oylar ve kazanacağı milletvekili sayısı ile sağlıklı bir iktidar yapısına zemin hazırlayacaksa bundan korkmak da yersizdir. Bu bir realitedir ve bundan olumsuzluk senaryoları çıkarmak yerine itidal ile yorumlamak ve müspet varsayımlar çıkarmak daha yerinde olacaktır.