Cumhuriyet'in başlangıcından beri devlet vatandaşının hayat alanlarına fütursuzca müdahale etmiş. En etkili müdahale biçimi de 'olması gerekeni' tarif etmek... Ya da olmaması gerekeni... Bu kimi zaman bir ibadetin nasıl yapılabileceği, kimi zaman bir kıyafetin nasıl giyilebileceği şeklinde tezahür ediyor. Oysa cumhuriyetin her fırsatta baskıcı, müstebit olmakla itham ettiği Osmanlı tebaa'nın gündelik yaşamını, inancını, âdetini, hukukunu tarif etmek gibi bir gailesi asla olmamış. Esasen bu 'hayat tarzlarına müdahale' başlangıçta, bir ülkenin yaşamını bütünüyle değiştirip geçmişe dair ne varsa kazımak şeklinde tezahür etmiş. Düşünün ki, insanların birbirlerine hitap şeklinden dinleyecekleri musikiye kadar her şeyi devlet belirlemiş.'İnsan fıtratına tamamıyla aykırı' bu baskı, biçim ve yöntem değiştirerek devam etmiş. Toplumun gizli ve aleni direnişiyle kimi zaman gevşemişse de asla tam olarak bitmemiş. Devletin neredeyse yüzyıllık bu zorlayıcı geleneği devam etmiş. Bugün de bittiğini söylemek mümkün değil... Yeni anayasa yapımı bu zihniyetin tezahürleri bakımından bir laboratuvar gibi... Devletin değil seçmenlerinin, yani halkın temsilcisi olması gereken partiler, özgürlük alanlarını genişleteceği söylenen yeni anayasa için tekliflerini sıralarken, her mevzuda bir 'ama' koyuyorlar. Ama'dan sonrası ya devletin bekası oluyor, ya milli menfaatler, ya da ülke güvenliği... 'Anayasa bunları korumasın mı yani' diyeceklere şunu hatırlatayım: Bu ülkede, 80 yıldır insanların nasıl konuşacağına, nasıl giyineceğine, nasıl düşüneceğine, ne kadar özgür olup olamayacağına, neyin makbul olup olmadığına karar verenlerin gerekçeleri de hep aynıydı. Ama ile, lakin ile, bitmez tükenmez istisnalarla ne sivil, ne demokratik, ne özgürlükçü anayasa olmaz. Bugünün iktidarı dün rejim tarafından ötekileştirildiğinde, milli menfaat gibi, ülke bütünlüğü gibi lastikli gerekçelerle özgürlükleri kısıtlanıyor, hakları ellerinden alınıyordu. O halde doğrusu, her türlü kullanıma ve istismara açık bu gerekçeleri tümüyle kaldırmak değil midir? Hayatımızı 'inandıklarımız ve kendi irademizle tabi olduklarımız dışında' kimsenin tarif etmemesi için, bu 'latan (örtülü) devletçi' reflekslerden tümüyle kurtulmak gerekmez mi? >> Çınlayan camiler Süleymaniye'nin 'hoparlörlerle tarumar edilen' akustiğini yazdığım yazıya gelen e-posta ve telefonlar, Fatih, Süleymaniye gibi akustik ve ışık şaheseri camilerin, restorasyonla birlikte bir ses ve ışık kakofonisi haline gelmesinin birçok kişiyi ziyadesiyle üzdüğünü gösteriyor. Bir okuyucum 'Fatih Camii'nde çınlayan hoparlörler yüzünden namazını yarıda bıraktığını' söylerken, diğeri camiye gitme hevesinin kırıldığını yazmış. Bir başkası da 'Mimar Sinan'a saygı, onun yaptığı camileri hoparlörlerle doldurmakla değil, inşa ettiği akustiği korumakla olur' demiş. İlgilenenlere...