Türkiye Cumhuriyeti'nin, her saniyede üzerine binen borç faizinin ne kadar olduğunu biliyor musunuz :1078 dolar. Sizler bu yazıyı olurken, devletimizin faiz borcu 300 bin dolar artmış olacak. Türkiye'nin en yalın, en temel, ve en acı gerçeği bu. Bir ülke ki, borcunun toplamı milli gelirini aşıyor, bir yılda ürettiği toplam değerinin beşte birini faize kaptırıyor. Sonra da hiçbir baskı altında kalmadan karar vermekten , ekonomik bağımsızlıktan bahsediyoruz. Böylesine bir borç yükü altındayken, bu tür sözlerin inandırıcılığı da bir yere kadar oluyor değil mi. Borç ve buyruk Osmanlı zamanında, başka bir ülkeye borç verilmesi için çıkarılan fermanda, padişaha atfen bir söz yer alır : " bugün borç almaya alışan, yarın buyruk almaya da alışır". Acıtan bir gerçeğin ifadesi olan bu söz, ne yazık ki geçerliliğini bugün de koruyor. Türkiye'nin önüne konulan ve uyması istenen istikrar programlarında, dar gelirlinin boğazını sıkan uygulamalara hayır diyememenin altında da hep bu mecburiyet yatıyor. Hükümetler, ne zaman bir uluslararası dayatmaya itiraz edecek olsa, karşısına devasa bir borç yükü ve bu borcun ödenmesi için alınması gereken yeni borçlar çıkıyor. Rahmetli Özal, ekonomik yönden güçlü olmayan bir ülkenin tam bağımsızlığından söz edilemeyeceğini söylerken bu durumu kastediyordu. İçimize sinmeyen kararlar Başbakan Gül, meclise sevk ettikleri "üslerin ABD kullanımına açılması" teskeresi için "içimize sinmiyor" dediğinde, aklıma yukarıda anlattığım borç ve buyruk ilişkisi geldi. Türkiye'nin doğrudan buyruk aldığını düşünmüyorum ama, ülkedeki her on kişiden dokuzunun karşı olduğu bir savaşa yönelik adımları atmak durumunda kalan bir hükümetin başbakanının bu sözü , örtülü bir mecburiyetin ifadesinden başka ne olabilir ki. ABD'nin açık güdümünde olan IMF'ye dört yıl içinde 24 milyar dolar ödeyecek olan bir ülkenin, bu kuruluş ile yürütmekte olduğu programa ne derece bağımlı olduğu hepimizin malumu. Dördüncü gözden geçirme sonucunda, IMF uzmanlarının olumlu rapor vermemeleri durumunda, Türkiye'nin dış borcunu çevirmesinin ne kadar güç olacağını da tahmin etmek zor değil. Bu tabloya baktığımızda , "içimize sinmeyen " karar ve uygulamaların da hayatımızda yer almaya devam edeceğini idrak etmek için allame olmaya gerek yok. Acı fakat gerçek İkinci Dünya savaşından sonra kurulan dünya düzeninin önümüzdeki birkaç yılda yeniden şekilleneceğine dair yorumlar yapılıyor. Nitekim, bu düzenin iki temel taşı olan Birleşmiş Milletler ve NATO'da derinleşen çatlaklar bunun ispatı olarak algılanabilir. Irak savaşı bahane edilerek yeni bir güçler dağılımı olacağını göz ardı etmemek gerekir. Dünya tarihinde Pax Romana ( Roma barışı ), Pax Ottomana ( Osmanlı barışı ) devirlerinden sonra şimdi de Pax Amerikana ( Amerika barışı ) diyebileceğimiz bir devir içindeyiz. Yani barışın ve düzenin kurallarının ABD tarafından konulduğu, iyi ve kötünün Amerika ekseninde belirlendiği yeni bir dünya düzeninin ayak sesleri her geçen gün yakınlaşıyor. Türkiye de, zayıf ekonomisi ve devasa borç yükü ile edilgen olduğu bu oyunda, coğrafi ve askeri açıdan stratejik önemini öne sürerek etken olabilme çabasını sürdürüyor. Ancak, burnumuzdaki halka diyebileceğimiz borç yükü, biraz çekildiğinde o derece acı veriyor ki, hareketlerimizi inisiyatiflerimiz değil, bu acı şekillendiriyor. İyi niyetine ve savaşa karşı samimi düşüncesine rağmen, hükümetin BM kararını beklemeden ABD'nin yanında yer alan kararlarının bu gözle analiz edilmesinde fayda olacaktır. Rahmetli Özal'ın sözünü tekrar hatırlayalım:" Ekonomik olarak güçlü olmadığımız müddetçe, tam ve etkin bağımsızlıktan söz etmek mümkün değildir".