2007 denildiğinde herkesin ağzında aynı söz var: Çifte seçim, yani çifte risk var. Gelişen veya gelişmekte olan hangi ülkede, cumhurbaşkanlığı seçimi bir risk olarak algılanır? Hangi demokratik sistemde, Anayasa'da tarif edilmiş süreci olan bir seçim, siyasi veya ekonomik olarak tedirginlik kaynağı olur? Bu iki sorunun da yegane cevabı herhalde -ve maalesef- Türkiye olsa gerek. Düşünebiliyor musunuz, bu ülkede normal süresi içinde bir cumhurbaşkanlığı seçimi ve bir genel seçim yapılacak ve neredeyse bir yıl öncesinden hepimiz zihnimizi, algımızı buna kilitlemiş durumdayız. Siyaseti ve devlet yönetimini icraatlar ve fikirler üzerinden değil de yaşam tarzları üzerinden değerlendirdiğimiz için, her türlü rutin siyasi gelişmeyi de "rejim sorunu" haline getirmeyi bir marifet sayıyoruz. Sonra bunu risk olarak tarif edip yabancıya da "yatırım yapacaksan bunları birer risk olarak algıla, kararını ona göre ver" diyoruz. Kendi ülkesinde, sembolik bir makam olan cumhurbaşkanlığının Türkiye'deki rutin seçim sürecinde "ne menem bir risk" olabileceğini idrakte zorlanan yabancı ise "bu adamlar kendi ülkelerini benden daha iyi bilirler, risk diyorlarsa risktir herhalde" düşüncesiyle hareket ediyor. Manasız Yine de, medyanın ve düzen bekçilerinin tüm kriz velvelesine rağmen, bu ülkenin uzun vadeli perspektifine güvenip yatırıma gelen yabancıların sayısı da artıyor. İngiltere merkezli bir şirket yarım milyar dolara alışveriş merkezi almaya soyunuyor, Yunanistan'ın ikinci büyük bankası Türkiye'ye gireceğini açıklıyor, Alman otomotiv şirketi gelecek on yıl için Türkiye'yi bölge merkezi olarak seçtiklerini söylüyor. Genel kabulde, yerlinin risk algısı yabancıdan daha az olmalıdır ama bizim ülkede paradigma tersine işliyor. Yerlilere sorarsanız kriz, gerilim, mihrak,rejim derken içiniz kararıyor. Yabancıları dinlediğinizde ise ülkenize güveniniz artıyor, geleceğe umutla bakmaya başlıyorsunuz. Ne diyelim, bu da Türkiye'nin tuhaflığı...