Burada "bir güzel denizin iki yakasında iki güzel millet" güzellemesi yapacak değilim. Ama siyasi algılamanın ekonomik gerçeklik ile nasıl örtüşmeye başladığını, daha düne kadar, ortaklık kurmayı bırakın, düzenli aralıklarla savaş durumuna girdiğimiz bir ülkenin en büyük bankası, 3 milyar dolar para ödeyip Türkiye'de banka satın alıyor. Yunanlılar Türkiye kanunlarına göre ve Türk resmi otoritelerinin denetiminde, "Türk topraklarında" faaliyette bulunmayı kabul ediyorlar; Türkler de Yunanlıların Türk topraklarında banka sahibi olmasını... Dikkatinizi çekerim, bundan 10 yıl önce Ege'deki bir kayalığa kim sahip olacak diye savaşmayı göze alan iki ülkeden bahsediyoruz. Türkiye, AB üyelik süreci ile siyasi perspektifini, istikrar programı ile de iktisadi görünümünü radikal bir şekilde değiştirdi. Daha doğrusu geliştirdi. Statükonun dayattığı perspektifin çok ötesine geçen bir gelişim bu. Ezberlerin hızla değişmeye başladığı bir süreç. Türkiye yabancıdan ürken, demokrasiden korkan, özgürleşmeden kaçan bir ülke değil artık. Sirtaki... Finansbank'a gelen Yunan sermayesi, bankanın cazibesi kadar, Türkiye'nin siyasi riskinin de çarpıcı bir şekilde azaldığını gösteriyor. Zira bu yatırımı yapanlar, Türkiye'nin, ilk siyasi gerilimde ipleri kopartabileceği bir ülkeden geliyorlar. Buraya yatıracakları para da 50-100 milyon dolar değil. Milyarlardan bahsediyoruz. Bulunduğumuz coğrafyanın ne kadar netameli olduğu ortada. Yabancı sermaye, mevcut iktisadi şartları, coğrafi riskleri ve siyasi yapıyı dikkate alarak buraya yatırım yapmaya geliyor. Halbuki bizim medyaya bakarsanız, yerli iktisatçıları dinlerseniz, iş adamlarına kulak verirseniz, Türkiye'de riskten geçilmiyor diye düşünürsünüz. Mesele galiba risk analizindeki objektif kriterlerde... Yabancının iç siyasete yönelik ideolojik bir angajmanı yok; dolayısıyla analizini daha sıhhatli bir zemine oturtuyor. Hüsnü Özyeğin'e teşekkür etmek lazım; iki ülkenin ilişkilerinin sirtaki oynayıp tabak kırarak değil, büyük çaplı sermaye hareketleriyle düzelebileceğini gösterdiği için...