AB önce referandumla, sonra da "İngiliz iskontosu" denilen bütçe problemiyle sarsıldı. Birliğin tepesinde Fransa, Almanya, İngiltere gibi zenginlerin yaptığı kavgayı aşağıdaki yeni üyeler ve adaylar kaygıyla izlemekte. Sorun esasında AB paradigmasının tarifinde düğümleniyor. Fransa ve Almanya, AB'yi siyasi gücü daha yüksek, kendi ordusu, parası, başkanı olan bir süper devlet yapmak istiyorlar. İngiltere ise, yönetim olarak elastik, siyasi olarak düşük yoğunluklu, ekonomik ağırlıklı bir birlik yapısında ısrarlı. Euro'ya geçişte de başı ayrı çeken İngiliz siyaseti, tek başına hükmedemeyeceği bir siyasi yapının Avrupa'nın geleceğini belirlemesini çok da arzu etmiyor herhalde. Zirvede her ne kadar anayasa sürecinin devamına karar verildiyse de referandumlarla çatlayan kabuğun tamiri biraz zaman alacak gibi. Ya Türkiye? Yeminli AB muhaliflerine sorarsanız üyelik hayalimiz çoktan suya düştü. Müzakereler çetin geçecek, bu önceden de bilinen bir gerçek. Ancak, Türkiye üyelik için çalışırken iki temel konuda kazanımlar elde etmeye başladı: Demokrasi ve ekonomi. Bir bakıma, Türkiye'nin özgür, müreffeh bir topluma ve iyi işleyen şeffaf bir devlet mekanizmasına doğru geçireceği dönüşümde, AB üyeliği iki çıpa vazifesi görüyor. Dolayısıyla, nihai hedef, görünürde üyelik olsa da, esas ulaşılmak istenen, demokratik ve ekonomik gelişimi sağlamak. Türkiye'nin, AB üyelik şartı olan reformları yapması, geleceğinin daha iyi şekillenmesi için şart. Bunda herkes hemfikirdir herhalde. Dolayısıyla, AB daha mı siyasi, yoksa daha mı iktisadi bir birlik olacağının kavgasını kendi içinde yapadursun, bizim üye olacakmış gibi reformlara devam etmemiz lazım. Türkiye'nin demokratik ve iktisadi kalitesini yükseltmesi gerekiyor. Üyelik müzakereleri de bunun yol haritasını çiziyor. O halde yol haritası boyunca reformlara devam edelim. Üyelik mi? Biz demokrasimizi ve refahımızı geliştirelim de...