Gazetenin, TV'nin, cep telefonunun olmadığı, haberden ve güncelden arınmış 5 günün sonunda tekrar İstanbul'dayım. Birikmiş gazeteleri okuyorum. Beş günlük fasılanın ardından, dağların sükunetinden şehrin, siyasetin, piyasanın dağdağasına intibak etmeye çalışıyorum. Açılım, Liceli Ceylan, Münevver cinayeti, IMF toplantıları... Baykal, Bahçeli, öfke, bağırış, mugalata... Beş güne beş yıllık gündemi sığdırabilen nadide ülkem... *** İlgimi yoğunlaştıran -biraz da işim gereği- IMF toplantıları... 'Defol'lar, 'kahrolsun'lar bir yanda, büyük kriz sonrası dünya ekonomik düzeninin kökten tartışılacağı toplantılar diğer yanda... Gazetemizin akademisyen yazarı M.Ali Özbudun'un 28 Eylül yazısı IMF'yi tarihsel ve fonksiyonel olarak anlatan harika bir özet aslında... 19 defa stand-by imzalamış bir ülkenin fertleriyiz. IMF, her defasında kendimizi mecbur ettiğimiz bir oksijen çadırı olmuş. Kendiliğinden gelmemiş, hep biz çağırmışız. O da, elindeki yegane reçeteyi dayamış burnumuza... Kamu harcamalarını kıs, paranın değerini düşür, ücretleri azalt, bütçeni toparla... *** IMF yöntemlerinin insanların refahına artırmadığını, zenginlerin alacaklarını fakir borçlular nezdinde koruduğunu, kapitalist düzenin bekçiliğini yaptığını tartışabiliriz. Son krizin akabinde işlevini kaybetmek üzere olduğunu, uyguladığı programların anakronikleştiğini iddia edebiliriz. Ama sadece defol diye bağırmak, kahrolsun diye kızmak -bana göre- ucuz aktivistlik... 2001'de ekonomiyi perişan edip bizi bir gecede yarı yarıya fakirleştiren IMF değil, bu ülkenin -çağı ıskalayan- müesses nizamı ile yedeğindeki siyasi kadrolardı. 1994'te, 1998'de, 2001'de IMF'yi davet edip bizi kurtarın diyenler de öyle... Siz koalisyonlar döneminin müptezel siyasetçilerine, terörle mücadele diyerek ülkenin yüzmilyarlarca lirasını toprağa gömenlere, 2001 felaketine giden yolun taşlarını döşeyen 28 Şubat'a tepkinizi göstermeyeceksiniz. Sonra da IMF defol diyeceksiniz. Pardon!