Türkiye üstüne kafa yoran herkesin gündeminde iki konu yer alıyor. Muhtemel Irak savaşı ve Kıbrıs. Tabii ki her ikisinin doğrudan etkilediği veya etkileyeceği müstesna ekonomimiz. Her iki konuyu da uçlarda tartışmaktan kendimizi alamıyoruz. Bir tarafta tezkere geçerse ABD'den alınacak yardım paketi ile ekonominin güllük gülistanlık olacağı hayalini kuranlar, diğer tarafta tezkere geçerse savaş girdabında tarumar olacağımızdan korkanlar. Kıbrıs için de durum aynı. Ya Kıbrıs'ı verip defterden sileceğiz, veya vatan toprağı gibi addedip sonuna kadar savunacağız. Herşey bu kadar siyah-beyaz değil ama, toplumsal huyumuz yüzünden konuları hep zıtlıklarla tartışıyoruz. Savaşa hayır demeyen var mı ? Türkiye'nin % 94'ünün savaşa karşı olduğu söyleniyor. Kalan % 6'nın savaşa taraftar olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Aklı başında hiç kimsenin savaşa evet diyeceğini zannetmem. Ama soruyu şöyle sorsak, yine aynı yüzdelerle karşılaşır mıyız acaba: " Türkiye, kendi iradesi dışında sınırlarının dibinde çıkabilecek bir savaşta, menfaatlerini korumak ve zararını en aza indirmek için, gerekirse savaşa müdahil olmak dahil her türlü tedbiri almalı mı ? Hükümet, böyle bir savaşta, inisiyatif sahibi olmak için elinde her türlü yetkiyi bulundurmalı mı?". Bir çok aklı selim sahibi vatandaşın cevabı herhalde evet olacaktır. Öyleyse Hükümetin, kendini iyi anlatamasa da, TBMM'den almaya çalıştığı yetkiyi ve savaşın doğuracağı maddi zarara karşılık yaptığı pazarlıkları bu açıdan değerlendirmek gerekir. Savaşı istememek ayrı, kaçınılmaz bir savaşı asgari zararla atlatmak için tedbir almak, gerekirse de ülke çıkarlarını askeri güç kullanarak korumak ayrı. Kıbrıs millî dava mı ? Otuz yıldır beynimize kazınan bir slogan var: " Kıbrıs türktür, türk kalacak". Gelin görün ki, Kıbrıs ne türk oldu, ne türk kalabildi. Bir adada, nüfusun yüzde yirmisine, toprakların üçte birine sahip olunca, bu slogan da benzerleri gibi havada kalıyor. Otuz yıldır ilk defa problemin çözümüne bu kadar yaklaşılmışken hala ayak sürümenin ne tür bir mantığı olduğunu anlamakta güçlük çekenler de çoğunlukta. Türkiye siyasi ve ekonomik geleceğine ilişkin uzun vadeli planlarını AB üyeliğine göre tanzim ederken, bu yolda karşısına hep engel olarak çıkacak bir meseleyi çözmekte nedense hep isteksiz kalıyor. Türkiye'nin milli davası müreffeh bir toplum ve evrensel standartlarda bir hukuk devleti oluşturmak ise bunun yolu AB üyeliğinden geçiyor. Bizden başka hiç kimsenin tanımadığı bir kara parçasına devlet sıfatını takıp bir mukaddesmiş gibi savunmak herşeyden önce yine milli çıkarlara zarar veriyor. Çözümsüzlükte varlık sebebini bulan bir yönetim anlayışı yerine makul olan çözüme ulaşıp fayda sağlayan bir anlayışı yerleştiremedikçe de bir yere varılamayacağı apaçık görülüyor. BM Genel Sekreterinin " ya şimdi ya da hiçbir zaman" sözünü , tepki duymak yerine iyi analiz edebilirsek herhalde Türkiye için de, Kıbrıs için de daha hayırlı olacaktır. İki önemli geçit Önümüzde çok önemli ve hayati birkaç ay uzanıyor. Olanı biteni doğru algılarsak, daha doğrusu ülkeyi yönetenler hadiselere daha geniş perspektiften bakabilirlerse yakın gelecekte Türkiye için hayırlı gelişmeleri ummak hayalcilik olmayacaktır. Kıbrıs ve Irak ülkemiz için iki kritik geçit olarak önümüzde duruyor. Herşeye "istemezük" diye bağırmaktan vazgeçersek, hamaset girdabında kaybolmazsak gelecek yıllar bizlere daha yaşanılır bir gelecek vaadebilir. Aksi halde ise tek yapabileceğimiz köşemize çekilip etki alanımızın dışında cereyan eden gelişmelere seyirci kalmak olacaktır. Umalım ki akıl duygulara galebe çalsın.