2002 yılı... Türkiye, her biri tek başına bir ülkeyi mefluç hale getirebilecek beceriye(!) sahip 4 başbakanın idaresinde korkunç bir 10 yıl geçirmiş... 28 Şubat kâbusunun üstünden 5 yıl geçmiş... 2001 ekonomik faciası da hepsinin üzerine tüy dikmiş... Bıçak kemiğe dayanmış kısacası... Çevremdeki insanlarla konuşuyorum. Bürokratik -daha doğrusu askerî- vesayetin değişmeyeceğinde hemfikir hepsi... Seçimler yakın ama, kim seçilirse seçilsin, son sözü yine "devletin ideolojik sahiplerinin" söyleyeceğine inanıyorlar. Öğrenilmiş korkularından ve şartlanmış kabullenişlerinden kurtulamıyorlar. Statükonun artık değişeceğini, zihinlere yerleşmiş korkulardan kurtulmak gerektiğini söylüyorum. Çoğu beni fazla iyimser, hatta hayalci buluyor. *** 2010 yılı... 3 yıl önce darbe günlüklerinin ortaya çıkmasıyla başlayan, Ergenekon davasıyla devam eden, ortalığa dökülen belgeler, ses kayıtları, darbe planları ile zirveye ulaşan "bürokratik vesayetten arınma" süreci devam ediyor. Müesses nizam ise, tüm kurumlarıyla, mütegallibesiyle, destekçisiyle, seçkiniyle ve tüm gücüyle direniyor. Ama nafile... Toplumun dönüşüm talebi, zamanın ruhuyla örtüşüyor. Değişim kaçınılmaz... Daha fazla özgürlük için, adam gibi demokrasi için, ötekinin hukuku için süreç işliyor. Tabii bu arada kimilerinin boyaları da dökülüyor. Listeler, belgeler, kayıtlar ortaya çıktıkça... Foyalar da meydana çıkıyor. Müesses nizamın yanında saf tutup, çıkar devşirmeye alışanlar, rüzgâr tersten esince ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlar. Bir şeyler söylemeye çalıştıkça da acıklı hallere düşüyorlar. Mevlana'nın dediği gibi: "Sen gözlerini kapatınca âlem yok olmuyor ki..."