
Fotoğrafa bir bakınız önce...
Hem de dikkatlice...
Bu bir aile fotoğrafı değil...
1910'lu yıllarda Taksim Stadı'ndaki bir seyirci profili...
Bayanlar ve erkekler, sanki misafirliğe gidercesine şık giyimli...
Oturdukları yer, saha çizgisinin hemen yanı...
Koltuk değil, basit birer sandalye...
Ama sahada oynanan futbola ve futbolculara saygıları nedeniyle şık kıyafetler içinde; ağızlarından asla bir kötü söz çıkmadan; sadece yeneni ve yenileni alkışlayarak 90 dakikayı izliyor onlar...
***
Ve şimdiye döndüğümüzde, bu güzelliklerden eser kalmadığını görüyoruz zaten...
Maça gitmenin, günümüz koşullarında, savaşa gitmekten pek farkı yok ki...
Sabahleyin evden çıkan genç bir taraftarın, akşam eve sağlam dönme ihtimali bile yok...
Bırakın bunu, yolu, evi yerine, karakola düşme ihtimali de bir hayli fazla...
Her maç sonrası, küfür hazinesi (!) bir hayli zenginleşen; tribünlerde yaptığı kabadayılığı, ertesi günü arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatacağı konuların bolluğu, günümüz gençliğinin hazinesi artık...
Ya futbolcular?
HANİ CAN GÜVENLİĞİ?
Onların saha içinde de, soyunma odasında da, stat dışında da can güvenliği garantide değil ki...
Sahada koltuklardan, taşlardan, su şişelerinden, ayakkabılardan, şemsiyelerden, çakmaklardan, bozuk paralardan kurtulma şansının, eve dönüşlerde araç içinde bile korku içinde olmaları, hiç yadırganmayan, hatta çoğumuza da normal gelen bir durum değil mi?
Yenilenin, yeneni tebrik ettiği kaç maç var günümüzde?
Ya da yenenin, mağlup olmuşları teselli ettiği hiç görülmüş mü?
Bayern Münih'in sahasında, Şampiyonlar Ligi Kupası'nı alan Chelsea'li futbolcuların, rakiplerini bir düğün alayı misali alkışlayarak teselli ettiklerini gördükten sonra, bizim futbolumuzun kalitesi ortaya çıkmıyor mu?
Neden böyle olamıyoruz peki?
Neden hep düşmanlık, renk kavgası, rant kavgası ve aşağılama yaygarası?
"Ben bugün yenildim, daha iyi olmak için fazla çalışmalıyım" düşüncesi yerine; ya hakemde, ya rakibin kısmetliğinde teselli aramak, bizim başvuracağımız son çare mi olmalı?
Bir şike olayında bile, herkesin aklının karışacağı, kanunların nasıl delineceği gibi konulara kafa yoranların; tabii ki ceza kriterleri olmaz...
AYRANIMIZ YOK İÇMEYE...
Tabii ki "Adalet mülkün temelidir" tezini savunmaya hakları olmaz...
Tabii ki, UEFA'nın nezdinde futbol klâsımızın ağır yara alması, imajımızın yerle bir olması, birilerinin umurunda olmaz...
Ve de; "Ben sahaya girmedim, arkamdan ittiler" veya "Davetiye verecektim onun için sahadaydım" ya da "Formamı imzalatmak için sahada koştum" gibi komik bahanelerle, karakolda ifade verdikten sonra serbest kalanların, yarın aynı saha içi olaylara imza atacakları gün gibi aşikarken, biz hangi yasadan, hangi futboldan, hangi güzellikten bahsedeceğiz?
44 polisimizin yaralandığı; 4 polis otosunun hurdaya döndüğü; 11 resmi aracın tahrip edildiği; sayamayacağımız kadar sivil otoları ile esnafın camlarının yere indirildiği bir olayda kaç fail yakalanmış, nasıl ceza almış bilen var mı?
Bir finalde, şampiyonluk kupasını bile doğru dürüst törenle alamayan, bu ortamı sağlayamayan; stat içini arenaya çevirenleri alkışlayan bir ülkenin, hangi futbolundan bahsedeceğiz ki?
"Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider tuvalete" hesabı, borçların gırtlağa kadar geldiği kulüplerimizin, hâlâ daha para efeliği yapmasının altındaki gerçekleri göremedikten; tribünleri rant yerine çevirenleri engelleyemedikten sonra, biz hangi futboldan bahsedeceğiz?
Hangi yarışmadan, hangi liglerden, hangi kupalardan?
MEZARDAKİLERE BİLE RAHAT YOK
Eğitimin içine, spor kültürünü katamadığımız sürece; birbirimize saygının farkına nasıl varacağız?
Spor ahlakını o sahalara nasıl yayacağız?
Centilmenlikten nasıl dem vuracağız?
Tekmenin top yerine kaval kemiğine ya da kaburgalara atıldığı saha içi mücadeledeki, sporcu kardeşliğinin bitişini her maçta görmek zorunda mıyız biz?
Ölmüş anaların, bacıların mezarlarında bile, küfür nedeni ile rahat edemedikleri bir ülkede yasaları eleğe çevirmenin ne alemi var?
Nedir bu kadar af?