Tövbe etmedik ama edecek duruma da geldik hani... Televizyon kanallarında Savaş Ay'ın benzetmesiyle "Gezginci vaizlere"dönen, mesleğimizin yazar takımından resmen "Gına" geldi... Okuyucu, seyirci bunlar yüzünden hepimizi "Eyyamcı", hepimizi bu mesleğin "Yakışmayanı" zannedecek... Bizim üzüntümüz sadece bu... Bilmiş geçinenlerin, aslında hiç birşey bilmediklerini gördükçe, sinirimiz tepemize çıkıyor, üzüntüden kahroluyor ve bu mesleğin idefikslerine lânet ediyoruz... Geçtiğimiz gün "Süper Sport" kanalında "2001 Yılında Medya ve Spor Yazarlığı" konusu altında bir açık oturum yapıldı... 7 meslektaşımız, onların üç misli sayıdaki üniversite öğrencisi önünde, sanki bir sözlü imtihandaydı... Bizim mesleğin "As" geçinenlerinden bazıları eyyam kokarken, üniversiteli gençlerin cesaretli, dobra dobra lâfları karşısında, bu arkadaşlarımız, akılları sıra mesleğin kalkanı oldular... Spor basınını öyle bir anlattılar ki, sanki dünyada bizim mesleğimizin üzerine meslek yok... Kirlenmemiş, saf, severek yapılan, geçinmek için fazlasıyla para kazanılan, bazılarına yazlıklar, kışlıklar, arabalar, yatlar aldıran güzellikte bir mesleğimiz olduğunun neden bu zamana kadar farkına varamamışız, hayret... Konuşmacı meslektaşlarımızın, kaçak güreşen güreşçi misali, üniversiteli gençleri bazen azarlayarak, bazen "Terbiyesizlik yapma" gibi tehditlerle susturmaya çalışması, kendilerinin ne kadar zayıf ve eleştiriden uzak insanlar olduklarını gösterdi... Oysa onlar, yazılarında hiçbir cevap hakkı vermedikleri sporculara, yöneticilere ağızlara alınmayacak ve suç teşkil edecek ne hakaretlerde bulunmuşlardı zamanında... İşte hazım, işte hazımzızlık... Kâzım Kanat'ın seveni de var, sevmeyeni de... Zaman zaman "Reyting" meselesi yüzünden "Güdümlü" çıkışlarda bulunmasını bir kenara alırsak, dobra dobra konuşmasını ve bizim mesleğe "özeleştiride" bulunmasını da alkışlamadan geçemeyeceğiz... Keşke çoğumuz Kâzım gibi, bazı tenkitlere "Doğru" diyebilsek... Antrenmana gitmeden, sadece bir 90 dakika sonunda teknik adamları darağacına götüren, futbolcuları acemiler mangasına çeviren bizler, üniversiteli gençlerin "Neden sadece futbol?" sorusu karşısında başımızı kuma gömeceğimiz, yahut da "Haklısınız" diyeceğimiz yerde, neden hep zeytinyağı gibi su üstüne çıkarız? 2008 Olimpiyatı'nı alırsak, atletizmi, badmintonu, okçuluğu, kanoyu gerçekten hangi futbol yazarı yazabilecek ki? İşi "Kolay" demekle geçiştirmek bu sorunun cevabı değildir... Spor servisleri dayı, amca, yeğen, tüccar, şoför kursu sahibi, yönetici eskileri, futbolcu hanımları, şarkıcı kılıklı adamlara bırakıldığı müddetçe ve gerçek basın emekçileri kapı önüne acımasızca konulduğu sürece, biz değil "Olimpiyat Oyunları'nı" yazmak, seyircisi bile olamayız... Elimize kalemden önce, çuvaldızı almadığımız sürece, hava atarız, palavra sıkarız, etrafı uyuttuk zannedip bilgiçlik taslarız ama asla "Olimpik yazar" olamayız... Bir de oturup "Aramızda amigo yorumcuların ne işi var?" diye feryat figân ediyoruz... Eğer, meydan bu kadar sağmalıksa, futbolu bırakan da bu mesleğe koşar, mutfakta canı sıkılan futbolcu hanımı da bu mesleğe balıklama dalar... Çünkü "Spor Gazeteciliğini" ayaklar altında paspas yapan, içimizden bazıları "Gezginci vaizliği" bırakmadığı, kaçamak güreşten utanmadığı, ukalalık ve bilmişliğini zaaf olarak görmediği sürece, bu mesleğe balıklama dalanlarla, işgâl edenlerin sayısında azalma değil, çığ gibi büyüme olur... Sonra da "Ahlar vahlar" arasında "Gitti bizim gül gibi mesleğimiz" diye hem inler, hem de teselli buluruz: "Bizim adımız THOMAS... Bu mesleğin kim içine etse, bize KOYMAZ!"