Yemeği, lezzetli kılan nesne, şans veya tesadüf değildir... İçine katılan malzemenin uyumluluğu ve oranı, damak zevkimizi tam 12'den vuran kurşunlardır.. Tabii, aşçının da hakkını yememek lâzım... Her ustanın tecrübe ve kendine göre bir lezzet katkısı mutlaka vardır... İşte bütün bu karışımlar ve imkanlar bir araya geldiğinde, soframızda, tadına doyamayacağımız bir mönü karşımıza çıkar... Oran, tecrübe ve kalitenin olduğu yerde bereket, o yere "sevgi seli" vardır... *** Bu ülkedeki spor anlayışının, diğer ülkelere göre farklılık arz etmesi boşuna değildir... Çünkü elin oğlu, kurallar ve "dürüstlük çemberine" oturttuğu spor olanağını, adeta bir sahnede seyirciye sunma titizliği içinde, dikkatlidir, disiplinlidir... Beğeni boşuna değildir ki... Sahadaki profesyonellik anlayışına, tribünlerdeki seyirci profilinin akort tutması neticesi, karşımıza imrenilecek bir tablo çıkar... Bu tabloyu, büyük bir titizlik ve sunumla çerçeveye alanlar, bizdeki yönetici tiplemesinin tam tersi bir incelikte, tam tersi bir anlayış ürünü içindedir... Oralarda, spor izleme zevki, en lezzetli bir yemeği afiyetle ve iştahla yemekle aynıdır... Oralarda, herkesin koşa koşa gittiği mekânlar, ölümün kol gezdiği tribünler değildir... Ve oralarda sahne, küfür potansiyelinin sel olup çağladığı, şeytan taşlar gibi, herkesin eline geçeni attığı hedef hiç değildir... Oralar, medeniyetin kol gezdiği, spor arenaların çağdaş "izlenme" yeridir... *** Bundan çok kısa bir zaman önce, tribünlerde işlenen cinayetin üzerinden daha ne kadar bir vakit geçti ki? Daha dün, aynı tribünlerin karıştığı bir olayda, tek kurşunla bir tribün lideri infaz edilirken, işin ne boyutlara geldiği apaçık gözler önüne serilmiştir... Rant uğruna cinayet... Genç yaşta bir delikanlı, onu çekemeyenler, daha doğrusu onun varlığından korkanlar tarafından hunharca katledilmiştir... Sporun "saha dışı uzantısının" bile insanları ürpertmesi, sadece bizim ülkeye mahsus bir kenar süsü çirkinliğidir... Aynı tribünler, eroin kurbanı bir başka genci de, bundan bir kaç hafta önce uğurlarken, sporun eğlence yönünü değil, o arenaların "keyif içecekleri vitrini" gibi görülmesinin tipik örneklerinden birini vermiştir... "Ölmeye, ölmeye geldik" veya "Ölmeden mezara koymayın bizi" diye her maçta yeri göğü inletenlerin, ölüm ve mezar dışında başka sloganlara da kafa yorması gerekmez mi? Zevk için gelinen yerleri, mezarlığa dönüştürmek, darağacı fakirliğinin bir göstergesidir... Güzel bir melodi, coşkulu bir müzik dururken, ölüm ve mezarlık edebiyatı... Of... Off...Offf!.. *** Bu sadece bir örnektir... Dört büyüklerin her stadında görülen manzaralar, hiç bir zaman imrenilerek bakılacak bir güzellikte değildir ki... Ya küfür, ya sataşma, ya fiiliyat, ya kan dökme, ya azma... Sanki bunlardan birisi olmazsa, maç, maç kılığından çıkacak onlara göre... "Dur" diyenlerin olmadığı yerde "Durmak bilmeyenlerin" azgınlıkları biter mi? Tribün lezzetini doya doya tadamayanların, bir bir kaçtıkları günümüzde, bir de, federasyonun "taraflı" denilen "tuhaf kararları" zaten azgın olanları, daha da azdırmakta, daha da öfkelendirmektedir... Spor yazarlarından bazılarının da, yönetimlere ve tribünlere oynamaları sonucu, daha da geniş platform bulan çirkinlikler, sadece piyonların canlarının yandığı bir ortam oluşturmakta ve ne yazık ki yönetici ve teşkilat mekanizması da "etkin" güç olmaktansa "bitkin" bir zafiyet içine girmektedir... Bunda bir büyük eyyam payı da, tiraj uğruna, bilhassa "yalan transfer bombaları" patlatmayı adet haline getirmiş, taraflı yayınlarıyla, sadece kendisini düşünen basın organlarınındır... Çuvaldızı başkasına batırmadan önce, iğneyi bir taraflarımıza değdirmek zorunda değil miyiz? *** Tribün amigosunu spor yazarı yapıp, köşe veriyoruz... Futbolu daha dün bırakanları, anında "büyük paralarla" çarşaf çarşaf sütunlara taşıyoruz... Stadyumları rant kapısı yapmak için yöneticilerin bedava bilet anlayışına "dur" diyemiyoruz... Birlik kurup, kulüplere sahip çıkamıyoruz... Yasaları keyfi uygulayıp, ayrımcılık yapıyoruz... Saha dışı kirliliği, dışına da taşıyıp, sokak kavgalarına dönüşen meydanlarda "kovalamaca" oynuyoruz... Hakemlerimizi bazen "rezil" bazen "vezir" edip, kimisine "pansumancı" kimisine "eyyamcı" damgası vuruyoruz... Yabancı hayranlığımızı abartıp, yerliye, gencimize "sadaka" verir gibi cep harçlığı sunup, sonra da onlardan "koş, tut, at" gibi, alfabe öğretimleri istiyoruz... İşte futbolumuzun mönüsüne kattığımız atıklar... Sonra da bu yemekten tat bekliyoruz utanmadan... Aşçı yok, malzeme yok, tecrübe yok, kalite yok, anlayış yok... Peki; bu yemeği, afiyetle yiyecek sonra da "şükür" diyecek vatandaş niye olsun?