F.Bahçe'nin mayıs ayında kongresi var... Yeni başkan, yeni yönetim seçilecek... Yarışmalar, eğer bir rakibiniz varsa, yarışmaya benzer... Siz, 8 kulvarlı atletizm pistinde, kafanıza göre tek başınıza koşarak birinci geliyorsanız, o yarışın adı, yarış değil, eğlence olur sadece... Birileri sizi gelir tribünden alkışlar... Yarış bitimi de "çok güzel yarıştınız, mükemmeldiniz" gibisinden pofpoflar... Bunun başka türlü anlatım şekli var ama şimdilik geçiniz onu... Sonra kürsüye çıkar o tek başına koşan ve tek başına ipi göğüsleyen yarışmacı... Belki İstiklal Marşımız çalınmaz ama marş mı yok bu ülkede... Oysa birkaç gün önce Ataköy Atletizm Salonu'nda, yüzümüzün akıyla çıktığımız bir Dünya Salon Atletizm Şampiyonası yapıldı... Saliselik sıralamayla biten bir 3000 metre; uzun atlamada vatandaşı Janay Deloach'ı 25 santimle altın madalyadan indiren Brittney Reese'i gördükten sonra başka yarışlardan bize ne ki... Ama öyle değil işte... F.Bahçe'de değil bizzat kendisi, ceketini bir sandalyeye koysanız kazanacak bir Aziz Yıldırım var... Daha doğrusu işi böyle şekillendirmeye çalışanların ve konuşanların arzusu bu... Kimse Yıldırım'ın F.Bahçe'ye hizmetlerini bir kalemde silmek istemiyor... Ama bir yarışta rakip olmalı ki, o yarış unutulmasın... Nasıl ki 1998'de, bir oyla Vefa Küçük'ü geçen Aziz Yıldırım'ın yarışı gibi... İyi ki geçmiş, iyi ki Yıldırım başkan olmuş... Kârlı çıkan F.Bahçe olmuşsa, gerisi teferruattır zaten... Şimdi de bırakın birkaç aday çıksın ortaya... En azından iki kişi yarışsın ki adı yarış olsun... Yoksa televizyonlarda "Saran, Aydınlar, Küçük bir araya gelmişler" gibisinden endişeli tavırlarını haykıranlar, demokratik ortamları yok ettiklerinin farkında mıdır acaba? F.Bahçe, kimsenin tapulu malı olmamalı ve buna müsaade edilmemelidir... İnsanlar gelip geçer... Yapılan güzellikler her zaman anlatılır... Ama... Demokratikliği ortadan kaldırmak adına, başkalarının hevesini kursağında bırakmak sadece o kişilere değil, bir büyük camianın da kısmetine mani olmak anlamına gelir... Ne demiş Mevlana: "Bir ben varım deme, yoksan da olur... Hatasız dost arayan, dosttan da olur..." Sıkılmadın mı başkan? Trabzonspor'un sempatik başkanı Sadri Şener, ne zaman ki Şampiyonlar Ligi'ne takımı alındı, o günden beri "Bize lig şampiyonluğu kupamızı verin" diye yeri göğü inletiyor... Bir yerde doğru bu isteği... Mademki, UEFA Türkiye'den Trabzonspor'u Şampiyonlar Ligi'ne aldı, o halde düz mantık yürütürsek, bordo-mavili takım ligin şampiyonudur... Ama işin içinde, iddianame, soruşturma, şimdi de dava konusu oldu mu, bir yerde durmak lazım... Ama Sayın Şener, daha birkaç gün önce yine tekrarladı isteğini: "Kupamı isterim!" Oysa Trabzonspor'un bu sezon, zirveden çok uzaklarda kalmasının ardında yatan yanlışlıklara el koymanın başka yolları da vardı... Bir kupa tutturuldu, gidiyor... Belki başkan "İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü" diye düşünüyor olabilir... Keşke, zirveden bu kadar geri kalışın sebepleri de gündeme getirilse, hele başkan, biraz da bu olaylara el koysaydı, Trabzonspor şimdi, çok daha başka yerlerde olurdu... Beşiktaş'ta işler nasıl? Doğrudan cevap verelim... İyi değil... Yönetim boşluğunu doldurmak isteyenlerin karşısına dikilen "borç yükü" herkesi kaçırıyor bu görevden... Demirören'in "Hibe ettim" dediği ama karşılığında senet aldığı 103 milyonun, başkan adaylarının başında "Demokles'in kılıcı" gibi durması, endişeleri de beraberinde getiriyor... Düne kadar hevesli ne kadar başkan adayı varsı, şimdi arasanız bulamıyorsunuz onları... İş kalıyor şimdiki emanetçi başkana... Yâni "Quaresma kadro dışı bırakılmasın, yoksa değeri düşer" diye düşünen ama Beşiktaş'ın değerini dikkate almayan Divan Başkanı'na... Haa iyi mi olur, kötü mü? Kayyuma kalmanın bile konuşulduğu Beşiktaş'ın bu durumu hak etmediği gerçeğini haykıracak birilerinin, önünde de fazla zaman kalmadı şurada... F.Bahçe'de yönetim sıkıntısı; Beşiktaş'ta yönetim sıkıntısı... Asırlık iki takım, hiç hak ediyor mu bunları?