Mustafa Denizli ile "takım olan" Beşiktaş, şampiyonluk potasının tam altında artık... İş kaldı, o potaya topu kaçırmadan atmaya... Takım ruhunu, oyun anlayışını, hedefini buna göre planlayan Beşiktaş'ta, her şey iyi giderken, fazla sevgi yüzünden evladını boğan bir Çarşı gurubu, istemeyerek de olsa takımına zarar verecek gibi... Son Kayseri maçı öncesi, Barbaros Bulvarı'nda yol kesip, meşale gösterisi yaparken, başkalarını "trafik hapsine" sokan taraftarlar, tüm ikazlara rağmen dağılmayınca ve trafiği açmayınca, polisle karşı karşıya geldi... *** Üstelik Polis Teşkilatının 164. Kuruluş Yıldönümünün kutlandığı bir günde, polise taş sopa, yumrukla karşı gelindi... O polis de, biber gazı, tazyikli su ve de hiç de arzu etmediğimiz "uçan tekme" savunuculuğuna geçti... Hadi diyelim, stat dışında gelişen bu tatsız olaylar oldu, bitti... Ama saha içine, bu çirkinliği taşıyanlar, dışarıdaki arkadaşlarına sahip çıkarken, hayatımızın büyük bir bölümünde rol alan, bizlerin gece-gündüz savunuculuğunu yapan polisimize, açtı ağzını yumdu gözünü... İki takım, ellerinde Polis Teşkilatının 164. Yıl Dönümünü kutlayan pankartlarla çıkmışken... 22 tane, polis üniforması giymiş çocukların ellerinden tutmuşken... *** John Steinbeck'in ünlü romanı "Fareler ve insanlar" romanındaki, iri vücudundaki çocuksu yapısıyla Lennie'nin, aşırı sevgiden, minik köpeği öldürmesi gibi, Çarşı gurubu da, sahada Kayserispor karşısında mükemmel futbol oynayan Beşiktaş'ı sevgiden öldürecek sanki... Mustafa Denizli'ye hâlâ daha sevgi öpücükleri atamayan o gurup, belki de en iyisini yapıyor... Çünkü Denizli, Lennie'nin sevgisi gibi, bir gün Çarşı'nın elinde kalabilirdi... Bu ihtimal şimdilik yok... Ama sahadaki futbolcular, son 8 maça, sınır tanımaz "Çarşı sevgisi" yüzünden sıkıntılı girerse ve kayıplarla karşı karşıya gelirse, işte o zaman, Çarşı grubu "Biz elimizden geleni yaptık" diyemez... Eyy Çarşı'nın güzel insanları... Rüzgara hakim olamıyorsan, yelkenlerini ona göre ayarla... Çünkü işin ucunda, okyanusa açılmak da var, karaya oturmak da... >> Yine çizmeyi aştı! Yine kendini ayrı yere, bizleri başka bir yere koydu... Yine o, bu mesleğin basitliğini dile getirip "sıfır zorluk derecesi" notunu, kendine göre verdi... Yine o, biraz alay, biraz küçümseme ve de kendisini dev aynasında görme alışkanlığına kapıldı... Spor yazarlığını, sadece "cep doldurma" şeklinde algılayan, bir eli yağda, bir eli balda bir yorumcu, hiç olmazsa, bu kadar nimetlerin yan cebinde bulunması sebebiyle keyiflense de, bize bulaşmasa keşke... *** Televizyondan maç yorumu yazanları aşağılamasa... Rakı-roko-balık üçgeni ile masasını süsleyen, sonra da dumanlı kafası ile maç yorumu yazmanın, bir başka keyifli olduğunu ballandıra ballandıra anlatan Erman Toroğlu, bir defa daha çizmeyi aştığının farkında değil... "Vallahi, iyi de oldu" diye bir de yazısına alayımsı not düşen, içkili masaların adamı, sarhoş kafayla yorum yazmanın aklı sıra keyfini sürerken, bir şeyi unuttu... Saygıyı... Kendisini kabzımallıktan kurtaran basının, şu anda en iyi kazanan kişisi, bu mesleğin kıymetini içki masalarında harcamaya çalışırken, spor yazarlığından başka hiçbir geliri olmayan gerçek emekçilerle alay etme, onların yaptıkları işi küçük görme hakkına, nasıl sahip oluyor? Şunu bilmelidir ki; bu meslek, şişelerdeki keyif maddelerinin mezesi olmayacaktır... Ama o, saygısızlığının bedelini bir gün mutlaka ödeyecektir...