İnsan, zor seven, karşısındakine zor ısınan bir canlıdır... Elektriklenmenin bir anda olduğu anlar yok değildir tabii... Ama ince eleyip sık dokuyan bir anlayışın sahipleri olarak, karşımızdakini kafamızın içindeki kılcal damar süzgecinden geçirirken, aradığımız kriterlerin zenginliği nedeni ile, kolay karar veremez biri olup çıkarız. Başarının ölçüsü, insanlık değildir... Başarının ölçüsü, inanmaktır... *** Bazı futbol karşılaşmalarında, skor ne olursa olsun, ortaya konan futbolun yetersizliği yüzünden, başta teknik direktörler olmak üzere, futbolcuları eleştirme dozunu arttırarak, sanki duygularımızı başkalarına kabul ettirmek isteriz. Oysa, o eleştirdiğimiz kişiler, bizimle aynı fikirde değildir çoğu zaman... Hep, doğru yaptıklarını, düşündüklerini gerçekleştirip, başarıyı yakaladıklarını savunurlar. Skor önemlidir onlara göre... Çünkü, oynayana değil, kazanana puan verildiği için "Netice" ve "Hatice" ayrımcılığını gündeme getirirler... Onlar da haklıdır kendilerince... Ama emekli kuyruklarında bekleyip, küçük paralarla bir ay geçinmek zorunda bırakılanların yanında, ellerine geçen uçuk rakamların sahipleri, bunları hak edecek bir şeyler yapmak ve taraftarları da mutlu etmek zorundadır. Ertuğrul Sağlam'ın, Beşiktaş'ın başına gelmesi, o zamanlar hem kendisi, hem de Türk futbolu adına şanstı. Bu şansı iyi kullandığı anda, bu ülkeye Aragones gibi ihtiyar denilen hocalar, Skibbe gibi stajyerlikten yeni çıkmışlar, geçmişlerinde Anadolu futbolunu yerinde saydırmalarına rağmen, ucuz oldukları için, tekrar tekrar davette bulunulanlardan kurtulur, paralarımızı da harman savurur gibi rüzgarın önüne atmazdık. Ama büyük takımda hocalık yapmak, başka özellikler ve beceri ister... Öncelikle dışarıdan "gazel" okuyanlara kulaklarınızı tıkayacaksınız! Basınımızın bir kesimi tarafından, özellikle yıpratılmak istenmelere karşı, az çok duyarsız kalacaksınız... Ve gerçek basına ise, eşit davranacaksınız... Eleştirilerden ders alacaksınız... Çünkü küsmek, inatlaşmak, bir büyük takımın başındaki hiç kimseye yarar getirmemiştir bu güne kadar... *** Bir gün, Ertuğrul Sağlam'la röportaj için Ümraniye Tesisleri'ne gittik... Üstelik kalabalık bir ekip halinde... Beşiktaş'tan, Türk futbolundan konuştuk... Ağzından cımbızla söz alır gibi, Sağlam'ın dişe dokunur bir sözcüğünü yakalamaya çalıştık... İşimiz bittiğinde, resim faslına geldik... Günü, görüntülemek ve konuşmalarımızı daha anlamlı hale getirmek için ricada bulunduk... Ama o da ne? Sağlam, resim çektirilmesine karşı geldi... "Gerek yok" dedi. Bizler, başımızda Spor Müdürümüz Sadık Söztutan da olmak üzere şaşırdık kaldık... Ne mahzuru vardı acaba, resim çektirmenin? Israrlarımızın boşa gittiği anda bize söylediği sözler çok enteresandı: "Şimdi sizinle resim çektirirsem, diğer gazeteler üzerime gelir." Hoppala... *** Beşiktaş'ın teknik direktörü, bize röportaj vermekten değil, bizimle bu röportajda görüntülemekten çekiniyordu. Tuhafımıza gitti o an... Bir büyük takımın başında hocalık yapan Türk antrenörünün mantalitesi, böyle mi olmalıydı? İşe bakın; ses var görüntü yok... Diğer basın organlarından çekince var... Ürkeklik var... O gün "Her an çantam yanımda, gidecekmiş gibi hazırım" demesinin altındaki gerçek buydu aslında... Kendine güveni, başında bulunduğu takımdaki otoritesi pamuk ipliğine bağlıydı sanki... Ve bizlerin kanaati, taa o zaman kafamızın içinde yer etmişti: "Bu birliktelik asla uzun ömürlü olmaz." Tabii ki, Sağlam'ın delikanlılığı ve adamlığı konusunda, aksini söylemedik hiçbir zaman... Ama o, ligde namağlup bir takımı bırakmak zorunda kalmışsa, bunu hiç kimsenin, eleştirilerinde ve yıpratma taktiklerinde aramamalı... Bazen insan kendi eder, kendi bulur... Çünkü başarı, sadece bilmekle değil, şansı iyi kullanmakla meyve verir... Fırsat kapı çalmaz, o ancak yakalanır...