Durup dururken ortalık yine şenlendi! Ama bu şenlenme, yüzlerde gülümseme değil, endişelerin ve öfkenin yerleştiği; ya da "Ne gereği vardı" dedirten bir söyleşinin, spor camiasının üzerine bir "kümülüs bulutu" gibi örtmesi anlamına geldi daha çok... Aziz Yıldırım'ın, genelde spor basınının yüzde 99'unun asla onaylamadığı ve 3.5 saat süren, tek taraflı konuşmasında; gerektiğinde medyayı, gerektiğinde devletin savcısını, hakimini, polisini suçladığı dakikalar; izleyenleri mutlu etmekten çok, savunma yapma ihtiyacı duyduran bir ifade tarzı şeklinde geçti... Çünkü karşısında, her zaman en yakınında olan, maçları bile üç ihtimalli (!) yorumlayan "Eğer Aziz Yıldırım ceza alsın, kendisine selam bile vermem" diyen Rıdvan vardı... Kontra soruları o mu soracaktı... Zaten böyle bir beklentimiz yoktu ki... Diğer iki değerli gazeteci arkadaşımızın da durumlarını çok iyi anlıyoruz... Onların düşüncelerinde bir yanda reyting olayı vardı çünkü... O televizyona şartlı çıkmayı kabul eden birisine, sivri soruları sormayacaklarını garanti etmeleri, müesseselerini düşünmekten başka bir amaç taşımazdı... Peki, gerek var mıydı Aziz Yıldırım'ın saatlerce televizyona çıkıp konuşmasına... Sadece insanlara çatmayı amaçlayan bir söyleşinin, yeni başlamış futbol sezonunun üzerine limon sıkmaktan başka ne faydası oldu ki? YANLIŞ BİLDİĞİ KONU Kendisi ben "Şikeci değilim" diyor... Doğrudur... "Benim, teşvikle, tarlayla işim olmaz" diyor... Doğrudur... "Yapmışsam F.Bahçe için yapmışımdır" diyor... Bu yanlıştır... Basını "O fotoğraf benim onurumdur" diye toptan suçlayan, hatta "TSYD (Türkiye Spor Yazarları Derneği) bizleri iki de bir kınayacağına önce üyelerini disiplin altına alsın, bu fotoğrafın hesabını sorsun" diyerek taraftarın önüne atıyor... Bu da yanlıştır... "Havuzdan çıkacağım... Kimseyi kovdurmadım... Alaattin Metin ve Şanşal Büyüka dışında kimse ile yemek yemedim" Bunlar da doğru değildir... "Avrupa'dan gelen basketbol hakemleri Kapalı Çarşı'ya götürülüp giydiriliyor..." Bunları söylemenin büyük vebali vardır ve ispatı gerekir... Ve de "Benim emniyette çektirilen fotoğrafa TSYD ödül verdi" Bu külliyen yanlıştır... O fotoğrafa, TSYD değil, TGC (Türkiye Gazeteciler cemiyeti) ödül vermiştir... Aziz Yıldırım'ın danışmanları, sanki kendisini yanıltmak için, adeta yarış yapmaktadır! En önemlisi "Bundan böyle F.Bahçe Stadı'ndaki tüm akreditasyon işlerini ben yapacağım" demesi de kural, prosedür ve kararnamelerden bihaber yapılmış, talihsiz açıklamalardır... Hele "F.Bahçe basın tribününe emekli gazetecileri almayacağım" derken, kimleri kırdığını, nasıl yanlış konuştuğunun farkına varamamıştır Yıldırım... EMEKLİ, EVİNE GİTSİN ! Sayın Başkan, bu söylemiyle şunu demek istiyor: "Ben Necmi Tanyolaç'ı, Eyüp Karadayı'yı, Attila Gökçe'yi, Onur Belge'yi, Nezih Alkış'ı, Kahraman Babçum'u, Öcal Uluç'u, Kemal Belgin'i, TSYD Başkanını (yani beni) v.s. stadımda görmek istemiyorum" Çünkü bunlar emekli ya; Yıldırım'ın standartlarına uymuyor! O zaman bir soru da bizden: "Peki kimleri görmek istersiniz Sayın Başkan?" Sizin için buram buram iltifat söylemi edenleri mi... Sayfalarını sarı-laciverte boyayanları mı... Futbolcunuzun, bir gazeteciye "Seni evinden aldıracağım" sözlerini, sayfalarına koymayanları mı alacaksınız o tribününüze? Sonra tarafsızlıktan ve dürüstlükten bahsedecek bu basın öyle mi? Sayın Başkan; biz spor basını, kendi işimizi kendi içimizde hallederiz... Bari bize sataşmayın... Bölmeye çalışmayın... Ve en önemlisi, 1250 üyesi olan; Adnan Akın'ların, Burhan Felek'lerin, Namık Sevik'lerin, Necmi Tanyolaç'ların, Kahraman Babçum'ların, İhsan Biricik'lerin, Samim Var'ların, Necati Karakaya'ların, Nezih Demirkent'lerin, Necati Bilgiç'lerin, Rıdvan Yelekçi'lerin kurduğu; 50 yıldan beri, şerefle görev yapan o TSYD'yi, kızdığınız diğer konuların içine atıp malzeme yapmayın... Siz "gereğini düşünebilirsiniz" belki... Ama "Sükut, altındır" diye boşuna söylememişler... Şimdilik bunu deneseniz, nasıl olur Sayın Başkan...