Ölçüsü, kriteri, kanunu olmayan bir kavramdır beğenmek... Tipini, duruşunu, karakterini beğenmezsiniz bazen... Ama bazen de, sarılasınız gelir, içinize sokasınız gelir... Kollarınızı açabildiğiniz kadar açar, koşmasını ve atılmasını beklersiniz... Sevginizi, yüreğinizi, ortak kullanır, birlikte, güzelliklerin içine dalarsınız... Yahut da, onun ciğerlerine aldığı havadan, verdiği karbondioksitten kaçarsınız, uzaklara, taa uzaklara... İşte böyle bir zarafet veya çirkinliktir beğenmek... *** "Kör ölünce badem gözlü olur" derler ya, Türk sporunda çokça rastlanan bir benzetmedir bu... Zamanında kafasına taş, bozuk para, ayran, pet şişe atılanlar, koltuklarından indiklerinde, çoğumuzun içini bir burukluk kaplar... "Haksızlık mı yaptık zamanında?" diye bir düşünce kemirir her tarafımızı... Edilen küfürler, hakaretler, eleştiriler geçer bir bir gözlerimizin önünden... İçimizdeki adalet terazisini alırız elimize... O bir zamanlar beğenmediğimizi, kefenin bir tarafına koyar tartarız... Gramlar, vicdanımızdan kopan parçalardır... Tartının ibresini tam ortaya getirinceye kadar, vicdanımızdan kopardığımız o parçalar, aynı zamanda günahımızdır bizim... Bir hiç uğruna kırdığımız, eleştiri okları sapladıklarımızın, esas değerleri, işte o an anlaşılır ağır ağır... Ama iş işten geçmiştir bir defa... Terazimiz ne kadar doğru tartsa da, güzellikler uzaktadır artık... *** Haluk Ulusoy'un yaptığı tüm klâs işleri, hakem hataları ile örtenler, onun hizmetleri karşısında eğileceklerine "Ohhh... Gitti de kurtulduk" gibisinden basit hükümler verseler de, bazı kalıcılıkları silemeyeceklerini düşünmek bile istemezler... Ne Dünya 3.lüğü umurlarındadır onların, ne Avrupa Finallerine 2 defa gitme şansı... Varsa yoksa, hakemlerin yanlış düdükleri ve bu yüzden giden puanlar... Kaçan mutluluklar... İnsanı bir çırpıda silmek kolaydır tabii... Ama eserlerinin üzerine kül serpmek bu kadar kolay olmasa da, sevmeyi beceremeyenlerin sevgisizliklerinin kurbanıdır Ulusoy... Şimdi, geçmişiyle hesaplaşmak zorunda bırakılmış birisi için, kovmaktan beter ediliş, hayatının bir parçası olmuştur... İş bitse de, yapı paydos olsa da, bir insanın harcanış biçimi, bu kadar kolay olmamalıdır... *** F.Bahçe'nin o meşhur 6-0'lık G.Saray galibiyetinin en acılı adamı Özhan Canaydın'ın, o gün, bir galip takımın başkanına uzattığı elini, şimdi en yakınları bile sıkmak istememektedir... Özhan Canaydın, beynini, vücudunu, servetini sarı-kırmızılı renkler için gözünü kırpmadan harcadıklarının bedelini alamamış bir başkandır... Ameliyat masalarına yatmasının sebebi G.Saray'dır... Kulüpler Birliği gibi en nazik, en göz önündeki bir birliğin başkanlığını yapmanın, onun onurundan ve karakterinden bazı parçaları alıp gitmesi son darbe olmuştur Canaydın'a... Çünkü o, bir yerlerin "organı" gibi algılanırken, o halis G.Saraylı başkan, vücudundaki isyan eden organlarından daha çok, bu söylentilerin darbesiyle yıkılmış ve hayati kararını almıştır... Bir çırpıda Ulusoy'u harcayan, bir çırpıda Hasan Doğan'ı, Türk futbolunun yeni kurtarıcısı olarak ilân eden kurumun baş sorumlusunun, iyi mi, yoksa kötü mü bir karara imza attığı, zamanla belli olacaktır... Kulüpler Birliği'nin en büyük sorumlusu olarak tarihe geçen o başkan, çok geçmeden omuzlarına binen yükün ağırlığını kaldıramaz hale geldiğini anladığında "veda kararı" alarak, kendisine "git, yeter artık" serzenişlerinin duyumları yüzünden, artık kırgın ve üzüntülüdür... G.Saray'ın kötü günlerinde, yönetim içindeki çatlakların kamuoyuna yansıması, en büyük çekişmenin de Başkan Yardımcısı Adnan Polat'la olduğu gerçeğinin saklanmak istenmesi, Canaydın'ı içten içten kemiren bir sıkıntının pençelerine atmıştı... Ama dün "Artık yokum" der demez, Adnan Polat'ın "Ben adayım" diye ortaya çıkması doğru mudur? Aynı yolda yürüyen, aynı sıkıntıları çeken, aynı mutlulukları kucaklayan kişiler, en tepedeki isimin gitmesinin ardından, bir yöneticilik pastasını paylaşmaya kalkışacaklarına, başka bir yönetimin gelmesine izin verselerdi, daha çok alkışlanırlardı... Yâni Canaydın gitti, işler tıkırında mı olacak?.. Yoo... Ezeli rekabette, sivri dili ile, G.Saray'ın ön saflarında yer alan, tribünlere oynayan birisinin, başkanının, dün bıraktığı koltuğunda gözü olması, demek ki, şimdiki yönetimin ne şartlarda çalıştığının bir göstergesidir... Gönül isterdi ki, Canaydın bırakırken, yanındakiler ve bilhassa Adnan Polat'ın da "Başkan yoksa, biz de yokuz" demesini beklerdik... Dayanışma budur, sadakat budur, ekip anlayışı ve görev aşkı budur... "Canaydın varsa da, yoksa da, ben varım" demek, beğenilmekle, beğenilmemeyi yönetim bazında değil, kendilerine göre algılayanlarının, bencil düşünce tarzıdır... Ama bir gün, böyle düşünenlerin de, aynı sıkıntıları yaşamaları kaçınılmazdır...