Avrupa Şampiyonası öncesi, zihinlerimize bir olumsuzluk çakılmıştı... İlk defa katıldığımızda başımıza gelenler... Yani 1996 İngiltere'de, üç maçta sıfır puan, sıfır gol... Bu illeti atamadık bir türlü zihinlerimizden... Her ne kadar, başta teknik direktörümüz Fatih Terim'in "Sonuna kadar gideceğiz, hedefimiz belli" gibisinden ülkemize şeker gibi dağıttığı ümit ve beklentiye rağmen, kazıyamadık bu karamsar düşünceyi... Çünkü bir sürü yanlışlıkları görmemize rağmen, ortalığı karıştırmama adına susmamız gerektiğini biliyorduk... **** Beğenmediğimiz değil, bazı hak edenlerin alınmadığı kadromuzla, bu şampiyonaya, ellerindeki en mükemmel isimlerle gelen rakiplerimizi gördüğümüzde, endişelerimiz büyük boyutlarda arttı... Terim'in, uzun zamandan beri ince dokuyup, sık elediği isimler arasında, bazı sürprizlerin inatla koruma zırhı altına alınması, basını ve dış baskıları kulak arkası eden Terim'i, hiç de ilgilendirmedi nedense... Ona göre, bir sistem oturtulmak isteniyordu ve bu sisteme uymayanlar seçilmiyordu... Ve bizler, Türkiye'de hocasını şikayet eden, ona isyan bayrağı çeken bir Sabri'yi, henüz böyle bir turnuvaya hazır olmayan Mevlüt gibi bir gurbetçiyi, yaşı ve klası itibariyle, çağın modern futbolunun biraz gerisinde kalmış Emre Aşık gibi sıradan bir futbolcuyu, askerlik konusunu, her şeyin üstünde tutan Tümer gibi "Ben tanrıdan başka kimseye hesap vermem" dövmesini koluna kazıtan tuhaf bir profesyoneli, nedense bu kadroya yakıştıramadık... **** Ama her şeye rağmen, Terim'e kadro konusunda saygı duyduk... Portekiz maçına çıktığımızda bazı gerçekler, tokat gibi suratımızda patladı... Sistemimiz, modern futbolun icapları doğrultusunda mutlaka iyi düşünceler içeriyordu... Gel gelelim, bu sistemin uygulayıcılarında bir tutukluk ve eksiklik vardı... Ağır yükü taşıyamayacakların, böylesine iddialı ve dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir şampiyonada, verdikleri görüntü, bazılarımızı son derece rahatsız etti... Örnek mi? Mesela Gökhan Zan... "Cam adam" yakıştırması yapılan bu delikanlı, rakibin salvoları karşısında ayakta kalabilmeyi, sadece tekme atmak olarak algıladığı için, bazen yüzümüzü kızarttı, utandırdı bizi... Simoa'ya attığı o tekme asla affedilir bir enstantane değildi... Kırmızı kart görüp sahadan atılması gerekirken, o attığın tekmenin bedelini, sakatlanarak ödedi... **** Ya o Sabri'ye ne demeli? Sanki Türkiye liglerinde oynar gibi, hakeme el kol hareketleri "Ben seni tanımam" gibisinden isyanları... Milli formayı sırtına geçirenlerin, kılık kıyafetleri kadar, davranış şekilleri de belli ölçüler içinde olmalıdır... Mesela, her seferinde eleştirdiğimiz, biz basın mensuplarına bile yaptığı o malum hareket nedeniyle yerin dibine batırdığımız Emre Belözoğlu'nun, Portekiz maçında gösterdiği müthiş kaptanlık örneği alkışlanırken, Gökhan, Sabri, Kazım gibilerinin kabadayı tavırlarıyla da utanmadık desek yalan olur... **** Portekiz karşılaşması gösterdi ki, 23 kişilik kadroda, bazı isimler turnuva sonuna kadar yedek kulübesinde oturmak durumundadır... Arda'nın ve Mehmet Topal'ın çok rahat forma bulması gereken İsviçre ve Çek Cumhuriyeti maçlarında, her ne kadar sonuçlar kötü olsa da, en azından yüz kızartıcı ve bizleri tribünde utandıracak davranışlardan uzak olmasını dilediğimiz sonuçlar çıkacaktır karşımıza... Çünkü 16 seçme takımın katıldığı bu özel ve güzel şampiyonada eğer biz, iz bırakacaksak, sonuçlar, hiç de önemli değildir... Üç maçta sıfır da çekebiliriz... Sıfır puan, sıfır gol... Ama esas önemli olan, yeter ki adımız, çirkeflikle, kabadayılıkla, tekmeyle ve güzelliklerden uzak anılarla anılmayalım...