Kuşatma altında

A -
A +

Etrafımızda bir çember... Her gün biraz daha daralan... Her gün sınırlarımızı zorlayan bir çelik çember... Artık kendimizi koruyamayacak kadar zavallı zannediyorlar bizi... Savaşamaz, mücadeleden kaçar gibi olumsuzluklarla tarif ediyor, yüreğimize basıyorlar bizim... Bir mesleğin, yıpratılmasına, yok edilmek istenmesine şahit oluyoruz, boş gözlerle bakarak, hem de büyük üzüntü içinde... Gözümüzde nem, göz bebeklerimizde sisli bir örtü... Bir meslek eriyor, bir meslek can çekişiyor... *** Şimdi eskiler, bir anlatmaya başladı mı, genç nesil iki kulak arasını açarak dinliyor... "Biz haftalık değil, senelik izin bile yapmazdık... Öyle işimize bağlıydık ki, çocuğumuz bize kapıyı açtığında, anne bir adam geldi diye içeri seslenirdi sanki" Can kulağıyla değil "Amma da sallıyor" diye içinden bin bir türlü alaycı düşünce geçirenler "ayıp olmasın" diye, yaşa başa saygı niteliğinde, eskilerin, filmlerdeki solgun karelerini, gözlerinin önünden geçiriyor... O, saçlarını değirmende değil, bizim mesleğin zorlu yollarında ağartmış, dökmüş eski ustalar, kendilerinin dinlendiğini zannederek, uzun uzun cümlelerle geçmişe gidiyor... Hâni o, şimdikilerin bilmediği geçmişe... Gazetelerin, kurşun harflerle tek tek dizildiği, zehirlenmemek için yoğurtların yendiği dönemlere gidiyor... Atlatma haberlerin zevkini ve üzüntüsünü bir arada yaşayan, saygınlıklarını, sporcuların, yöneticilerin yanında asla kaybetmeyen, geçmişin güzelliklerine gidiyor... *** Oysa şimdi, ne kadar kolay, gazetecilik... Yazar olmak kolay... Muhabir olmak çok daha kolay... İmzasını en afilli şekilde bulmak kolay... Teknik denilen sihirbazlık, makinemizi, daktilomuzun yerine bilgisayarı karşımıza getirdiğinde, ne kadar da basitleşti bu zor iş... Fotoğraflar 16 piksel çözünürlüğe eriştiğinde, gözlerdeki kırmızılık mazide kalırken, göz bebeklerimizin kılcal damarları bile yansıyor sayfalara... Mili metrik sayfa çizimlerinden, bilgisayarın akılcı, estetik, cambazlık kattığı basitliğe kayan sayfa tasarımları, göz nuru, beyin yorgunu sekreterliği de, tozlu raflara kaldırdı artık... Gazetecilik için onur, şeref olan "Sarı basın kartları" bile şimdi, evinden gazetecilik yapan, torpilli meslek sahiplerinin cebine girdi... Eskiden, yarı yolu yayan, yarısını otobüslerin orta bölümünde ayakta giderek gazetesine ulaşan bu mesleğin emekçilerinin yerini, şimdi "Beni evden şu saatte alın" talimatı ile holding merkezlerinin ulaşım servislerine talimat yağdıran nesil aldı... Bu meslekte cefa bitti, sefa başladı artık... *** Bir imzanın kutsallığını ve heyecanını yüreğinde hissedenler, mazide kaldı... O eskiden senelerce çıraklık ve kalfalık dönemlerini tamamlamadan bir imzaya hasret bırakılan gazetecilerin günahı neydi peki? Hizmetse hizmet... Saygı ise saygı... Meslek aşkıysa, aşk... Bunlar yetmedi, aile düzenlerini bile ikinci plâna atanlar enayi miydi Allah aşkına? Enayi miydi, bir fotoğraf için 3 saatini harcayan foto muhabirleri? Enayi miydi, bir maçı yazdırabilmek için, statlara gelen PTT mensuplarına, görüşmek için kayıt yaptırıp, dakikalarca bekleyenler? İğne oyası gibi sayfaları milim milim işleyenler, pikajda mumlu satırları tek tek yapıştıran sekreterler? 25 kiloluk faks makinelerini taşıyanlar... Hamal mıydı, yoksa enayi mi? *** Sabahları Necmi Tanyolaç gibi, bu mesleğin "1 numaralı" müdürlerinin yolunu gözleyen, onunla haber değerlendirme masasında kafa patlatan, fikir üreten nesli özlüyoruz şimdi... Öcal Uluç gibi, duayenlerin yazısını telefonla almak için, serviste yarış eden, bu şerefe erişmek için can atanları özlüyoruz... Dizgicimizi, düzeltmenimizi, karanlık odacımızı, kameramanımızı, pikajcımızı "Kabak Ali" gibi matris taşıyıcımızı, Hamdi Baba gibi gece amirimizi özlüyoruz... O güzel mesleğimizi özlüyoruz buram buram... Manavın, balıkçının, amigonun, işsiz antrenörün, futbol beceriksizlerinin, emekli zenginlerin, müteahhitlerin, goygoycuların, damardan aldığı keyif maddelerinin hapislere düşürüp çıkardığı insanların şimdi istilasına uğramış, o eski güzelim mesleğimizi özlüyoruz... Kemiklerini sızlattığımız büyüklerimizden utanarak, çaresizlik içinde, meslek kılığından çıkartılmak istenen, o eski günlerdeki güzelim spor basınını özlüyoruz... Ama sadece özlüyoruz... Özlemek, neyi düzeltiyor ki? Neyi geri getirebiliyor? Saygınlığı mı, meslek etiğini mi? Çember daralıyor ve biz gerçekleri basit çözümlerde bile arayamıyoruz... Kuşatma altındayız... Güzellikler bitti... Gidenler gitti artık... Bari kalanlar, baş tacımız olsun... Kalemleri sancağımız olsun... NOT: Bunca karamsarlık içinde, Sadık Söztutan'ın "Seni Seviyorsam, Bundan Sana Ne" ve Ahmet Çakır'ın "Dostun Ölümü" adlarını taşıyan kitaplarını okuyarak, daralan çemberleri, bir solukluk kırdığımız için mutluyuz... Elinize sağlık, Söztutan ve Çakır dostlar...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.