Daha birkaç gün önce ne övgüler, ne cilalı laflar ettik... "İşte" dedik; "Beşiktaş'ın ideal kadrosu bu... Nihayet Carvalhal doğruyu buldu." Üstelik o müthiş D.Kiev karşılaşması sonunda bir takımın bu kadar inatçı, bu kadar kondisyon yüklü ve bu kadar arzulu olmasından mutluluk duyduk... Ama... Aradan 3 gün ya geçti, ya geçmedi... Ankara'da G.Birliği önünde ilk yarıyı 2-0 önde kapatan bir takım, ikinci yarıda resmen çöktü... Koca Beşiktaş, 45 dakikada 2 gol attığı rakibinden ikinci yarıda tam 4 gol yedi... İşte bizi terse yatıran bu tablonun altında yatan gerçekler kamçıladı düşüncelerimizi... Kötü sonuca göre değil; fırsat yakalamışçasına hiç değil; Beşiktaş'ın görünen gerçeklerini dillendirmek adına açıyoruz ağzımızı, yumuyoruz gözümüzü... Eyy Beşiktaş yönetimi, eyy bu takıma gönül vermiş taraftar... Gerçekleri artık görünüz... Quaresma gerçeğini yani... Sizi uyutan, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, 90 dakikada takımı için değil, egosunu tatmin etmek adına sahada eğlenen Quaresma'yı görün artık... İki çalımına, trevelasına tav olmayın... Cakalı yürüyüşüne, hakemleri alaylı bakışlarıyla süzüşüne yeşil ışık yakmayın... Siz onun, koca maçta kaç tane orta yaptığına, kaç tane verkaça girdiğine, her topu kendine istemesine rağmen kaç gol attığına bakınız... Geçen sezondaki Konyaspor maçından sonraki "gol orucuna" prim vermeyiniz... Öyle auta, taca, tribüne attığı toplara alkış tutmayınız... Ankara'da olduğu gibi, karşılaşmanın ilk yarısını 2-0 önde bitiren Beşiktaş'ı bırakıp, sadece Quaresma'yı alkışlamayınız... Saçına, kıyafetine hayran olabilirsiniz; ama o forma altında yaptıkları ukalalıklara prim tanımayınız... Bir kişiyi mutlu etmek isterken, kırdığınız diğerlerinin emeklerini gözünüzün önünden geçiriniz... Alkışı gerçekten hak edenle, şov yaparak sizi kandıranı ayırt ediniz... Ve daha fazla kanmayınız... Açınız gözünüzü... "Kaptanlık istiyorum" diye ağlayarak, Guti'nin, Toraman'ın kalbinin kırılmasına göz yuman sizler; Quaresma'nın, anne ve babasının gözü önünde tepinerek bir şey isteyen şımarık, zırlayan bir çocuk misali kaprislerini, sıradan bir istek olarak görmeyiniz... Onu, sahada kaptırdığı her top sonrası, Beşiktaş'a rakip atak olarak dönen toplar nedeniyle yargılayınız... Hocasını hiç tınmayan haliyle, arkadaşlarının emeğine saygı göstermeyen tavrıyla değerlendiriniz onu... Gözünüzü boyayanı değil, formasının hakkını vereni, bağrınıza basınız... İşte o zaman akla kara ortaya çıkacaktır... Hayırlı yenilgi! F.Bahçe'nin 27 maçlık yenilmezlik serüveninin Sivas'ta bitişi "seri sonu" satışları gibi taraftarının büyük ilgisini çekti... Öyle ki, Sivas dönüşü sarı-lacivertli futbolcular, İstanbul'da krallar gibi karşılandı... Sanki yine Sivas'ta kazanılan geçen seneki şampiyonluk dönüşü gibi coşku vardı herkeste... Bu gösteriyor ki; Sivas yenilgisi F.Bahçe'nin umurunda değil... Ofsayttan yenilen golü bile dert etmedi kimse... Sahada Emre başta olmak üzere Gökhan Gönül'ün, Stoch'un, Sezer'in, Bienvenu'nün dökülmesini bile takmadı kafasına F.Bahçeli taraftar... Çünkü bu yenilgi, bir nevi enerji boşalmasına ve "Yenilmiyor" psikolojik baskısına ve rakiplerin namaglup bir takıma karşı daha motive sahaya çıkmasına da nokta koydu... Bazen "bir musibet, bin nasihatten iyidir" sözcüğünün de işe yaradığını gördük sonunda... Yenilginin bile kaynaştırdığı takım oldu F.Bahçe... Sarı saçlı, mavi gözlü... 20 yaşındaki bir delikanlı düşünün... Daha forma bulduğu ilk gün, hocasından taraftarına, medyanın tüm kesimlerinden büyük övgü alacak... O çocuk, üstelik Servet gibi, Türk futbolunun dama taşlarından birisini kulübede oturtacak... Hatta o Servet'e "Galiba, bundan böyle sarı-kırmızılı formayı giymem artık çok zor" dedirtecek... Melo, Ujfalusi, Riera, Eboue, Elmander, Muslera... 50 milyon euroluk adamların arasında cep harçlığına oynayan bir çocuk var G.Saray'da... O çocuk Semih Kaya... Kaya gibi; mavi gözlü sarışın çocuk... Türk futbolunun yolunu beklediği, yeni stoper tarifine uygunluğu; 90 dakikadaki dikkati ve kırk yıllık G.Saraylı gibi duruşu ile hepimizin gözü aydın...