Dersler ve prensipler... Birisi hocalardan ve bilenlerden, diğeri, ustaların çizdiği yolların başarıyı yakalamasından kapılır. İnsan ömrünün rotasını sadece kendisinin çizmesi beklenemez. Mutlaka tesiri altında kaldığı, inandığı ve her sözünün önünde büyük saygı ile eğildiği bir idol vardır. Çünkü o inandıkları insanlar, insanı şirazeden çıkarmaz. Aksine, hayat çizgisini tayin eder gibi yol gösterir. --- Çanakkale'yi denizden aşamayan İtilaf Devletleri, 25 Nisan 1915 tarihinde Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarınca, Çanakkale Kara Savaşları başlamıştı... Arı Burnu'ndan karaya çıkıp, Conkbayırı'na ilerleyen düşman kuvvetleri, Mustafa Kemal'in askerlerine söylediği "Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum" tarihi sözleriyle püskürtülmüş ve Türk'ün kahramanlığı, dünyanın alnının tam ortasına, bir damga gibi vurulmuştu... Çanakkale Savaşı'nın nasıl kazanıldığının en kısa özeti budur. Mustafa Kemal, o günleri şöyle not düşmüştür: "Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim... Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre, yani ölüm kesin... Birinci siperdekilerin hiç biri, kurtulamamacasına anında düşüyor... Arkadakiler onların yerine giriyor... Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, 3 dakika sonra öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermeden o sipere giriyor. Çünkü onlar, cennete girmeye hazırlanıyor... İşte, Çanakkale Savaşı'nı kazandıran bu yüksek ruhtur." --- Komutanına inanmış insanların başaramayacağı hiç bir zaferin olmadığının en güzel örneğidir Çanakkale Savaşları... Bir de, bizim mesleğin savaşları vardır. Yıllardan beri bitmeyen... Tercüman Gazetesi'nin tiraj liderliği döneminde, hayatımızın en büyük şansı olarak yolumuzun düştüğü bir günde kimleri tanımadık ki... O gün "Spor basınının 1 numarası" olarak önünde eğildiğimiz, bu gün de aynı saygıyı gösterdiğimiz Necmi Tanyolaç... Sayfa toplantısında, sekreteryanın eli ayağı olan İslam Çupi... Gerçeklerin yılmaz savunucusu Ergun Hiçyılmaz... Buram buram gazetecilik kokan Atilla Gökçe, Güven Taner, Bekir Boran, Kemal Belgin, Güray Soysal... En ufak yanlışta kulağımızı çeken Necati Bilgiç... Bugün bile, o günkü heyecanla yazdığı yazılarıyla büyüdüğümüz Öcal Uluç... Büyük ustalar Orhan Ayhan, Ali Gümüş, Tevfik Ünsi... Sekreterliği oyuncak gibi gören Nejat Altav, Turgut Bıçakçıoğlu, Taylan Uygur, Ali Sami Alkış, Hayri Hiçler, Server Şengün... Ve servisin gençleri, Cemal Alkan, Mesut Baran, Cengiz Tokgöz, Turgut Koloğlugil, Serap Özaksoy... Foto muhabirleri... ismini sayamadığımız nice diğerleri... --- Tanyolaç, bizlere o zaman, haber için savaşmayı, geceyi ve gündüzü birbirine karıştırmayı ve daha kısacası, sayfayı hep bir numara yapmamız için adeta "ölmeyi" emretmişti. Spor gazeteciliğinin en büyük mektebinde ders görmek, en büyük ustaları dinlemek, onların yol göstericiliğinde, bu mesleğin bir neferi olmak, bizim hayattaki en büyük şansımızdı. Biz bugün, onlar sayesinde bu mesleğin neferi olduk... Çünkü, ne dedilerse yaptık, ne emrettilerse "Başımız üstüne" dedik... Onları tanımak bizim için en büyük şerefti... Biz bu şerefi, hep onları başımızın üstünde tutarak yaşattık, hep yaşatacağız da... Her gün sınava giren bir öğrenci edası ile karşılarında tir tir titrediğimiz ustalardan Allah razı olsun... Kurduğumuz yuvaların her ferdinin boğazından, hep onların verdiği lokma geçmiştir. --- Hata yapmanın sıfıra indirildiği, affedilmediği o günlerden, bu günlere geldiğimizde, o hataları affetmeyen başımızdaki ustalar o kadar azaldı ki... Necmi Tanyolaç'ın Hürriyet'te yazı yazmağa başladığını duyunca, yüreğimiz kıpır kıpır oldu yine... Çünkü o, işini 40 yıl önce de çok ciddiye alan bir ustaydı, şimdi de aynı heyecanı yüreğinde aynen duyan kişidir. Bunu satırlarının her kelimesinde hissetmemek imkânsız... Ama her gün gazeteye gelirken, sözlü imtihana kalkacak bir öğrenci gibi heyecanlandığımız şu günlerde, yazılarımızın en yakın takipçisi biri var ki, onu taaa eskiden nasıl tanımışsak, aynı kimlikle, bugün de, karşımızda buluyoruz... Ne mutlu bize... Öcal Uluç Ağabey kadar yazıları didik didik eden, gazete ayırt etmeden, tüm yazarların ve muhabirlerin yazılarını pür dikkat okuyan birisinin varlığı, bizi bugün bile kamçılayan en büyük destektir. Geçen hafta, yazımızın bir yerinde, Yesari Asım Arsoy'un "Biz Çamlıca'nın 3 gülüyüz" şarkısını "Nihavent makamı" sınıfına sokunca, karşımızda Öcal Ağabeyin nazik mesajını bulduk: "Sayın Arkan, yanılmıyorsam, o şarkı Nihavent değil Sultan-ı Yegâhtır... Öperim." --- Aldı mı bizi bir telaş... İnternet sitelerinin birisinden çıkıp diğerine girdik... Çoğunda hep Nihavent... Ama bazı sitelerde de Sultan-ı Yegâh... Hemen Öcal Ağabeye, bir mesaj da bizden: "Siz de haklısınız, ben de... Buyurun örnekleri işte." Öcal Ağabey bu... Öğrencisinin yanlış yapmasını istemeyecek kadar nazik ve ciddi... Ankara Radyosu'nun Türk Sanat Müziği bölümündeki hocaları arayarak, işin birinci elden doğruluğunu öğrenip, tekrar bizi arayacak kadar eğitimci: "Senin haklı olmanı çok isterdim... Ama ne yazık ki, hocalardan öğrendiğime göre, o şarkı Sultan-ı Yegâh..." İşte biz, böylesine şanslı bir spor basını nesliyiz... Çünkü başımızda, hâlâ Öcal Ağabey gibi değerli ustalarımız ve hocalarımız var. --- Çanakkale Savaşı'nda bile bile ölüme giden, sancağını verdiği halde, vatan toprağını vermeyen o binlerce şehidimizin ruhları şad olsun... Bugün o 57. Alay'ın sancağı, Avustralya'nın Melbourne Müzesi'nde... Sancağın altındaki büyük levhada, şöyle yazmaktadır: "Bu Alay Sancağı, Gelibolu Savaş Alanı'ndan getirilmiştir. Ama tutsak edilmemiştir. Çünkü, Türk Ordusu'nun milli geleneklerine göre, bir alayın sancağı, alayın sonuncu eri ölmeden teslim edilemez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü olarak yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu Türk Alay Sancağı'nı selâmlamadan geçmeyiniz." Evet, o kahramanlar için, nasıl "Allah razı olsun" diyorsak, sporumuzun başındaki duayenlerimizden de Allah razı olsun diyoruz. Onları nerede görürseniz görün, sakın selâmlamadan geçmeyin.