Esasen Avrupa Birliği'ni İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'sının 50 küsur yıldır devam eden büyük bir projesi olarak okumak mümkün. İki Dünya Savaşı'nda otuz yıl arayla iki büyük yıkıma uğrayan Avrupa kıtası ülkeleri, üçüncü bir yıkım daha yaşamamak için AB'nin çekirdeğini teşkil eden 1951'de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nu kurdular. AB, bu birliğin genişlemesine ve kazandığı farklı boyutlarla büyümesine paralel olarak bugünkü yapısına kavuştu. Türkiye'nin AB macerasının da kırk yılı aşan bir geçmişi olduğuna göre tam üye olmamamıza rağmen AB tarihinin hemen her safhasında yer aldığımızı söyleyebiliriz. Rahmetli Özal'ın tam üyelik başvurusu yaparken Aşık Veysel'den ilham alarak kullandığı 'uzun ince bir yol'un evveliyatı da en az bundan sonraki kısmı kadar uzun ve sarptı. Türkiye, nasıl değişen bunca hükümete rağmen AB hedefinde hiç sapmadan yürümeye devam etmişse bundan sonra da aynı azimle sürdürecektir. 'Muasır medeniyet seviyesinin' günümüzdeki en somut hali olan AB'ye duyarsız kalabilecek hükümet düşünemiyorum. Ya ilişkilerin bugünkü durumu için ne demeli? AB Türkiye'nin yolunu yine zora koşacak, sarpa saracak bir noktaya getirmek üzere iken, son anda devreye yeni bir süreç sokarak işleri tıkayan taraf olmaktan imtina etmiştir. Henüz nihai karar olmadığı için buna da temkinli yaklaşmamız gerekir ama AB, şu an itibariyle Türkiye ile olan süreci koparmaya cesaret edemeyeceğini belli etmiş durumdadır. Kıbrıs konusunda Türkiye'nin tavrı net ve açıktır. Tıpkı çözüme hangi tarafın daha yakın ve istekli olduğunun açık ve net olması gibi. Türkiye bundan sonra da kendi çıkarlarını zedelemeden çözümden yana tavır almayı sürdürecektir. Bundan da kimsenin şüphesi olmasın. Türkiyesiz AB olmaz Başta da söylediğim gibi AB'nin kuruluş misyonu hem kıtaya barış ve istikrar getirmek hem de oluşan yeni gücün küresel bir aktör olarak dünya güçler dengesinde önemli bir rol üstlenmesi idi. AB'yi oluşturan ülkeler bu vizyonu gözetmek istiyorlarsa Türkiye'nin üyelik mücadelesine günübirlik çıkarların ve iç politik hesapların ötesinde bakmaya alışmalılar. Aslında şu anda AB-Türkiye sürecini sürüncemede bırakmak isteyen çevreler bile Türkiyesiz bir AB projesinin eksik kalacağının farkındadır. Bakın AB bünyesindeki hiçbir unsur Türkiye'yi tamamen dışlamaya cesaret edememektedir. Nitekim İngiltere Başbakanı Tony Blair'in Haziran 2005'te dönem başkanlığını devralırken yaptığı muhteşem konuşmada, Avrupa'nın rekabette Çin'in ve Hindistan'ın bile gerisinde kalmaya başladığını, dünyanın en iyi 20 üniversitesi içinde sadece 2'sinin Avrupa'da olduğunu hatırlattıktan sonra "Genişlemezsek daralırız!" demesi de başka türlü yorumlanamaz. Türkiye gibi laik, demokrat ve Orta Doğu'da ağırlık sahibi olan bir Müslüman ülkeyi, bir de kendisi için enerji köprüsü olduktan sonra bu çok daha net bir şekilde anlaşılacağından emin olabilirsiniz. Türkiye'nin AB'ye katacağı gücün en az AB'nin Türkiye'ye katacağı güç kadar önemli olduğunu fark ettikleri gün bugün takılıp kaldığımız nice sorunun ikinci, hatta üçüncü plana düştüğüne hep birlikte şahit olacağız. AB'ye uyum sürecinin sadece üyeliğin gereğini getirmek için değil söz konusu standartları yakalamanın kendimiz için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu anlayalım. Hele bir de kişi başına düşen milli geliri de mevcut siyasi ve ekonomik istikrarı koruyarak 10-15 bin dolarlar seviyesine çıkaralım; işte o zaman tablo öyle bir değişir ki şimdi karışımıza çıkan duvarların kapıya dönüştüğünü, dezavantaj saydığımız kimi şeylerin de aslında birer avantaj olduğunu rahatça görebiliriz.