Türkiye'nin yol haritası belli. 3 Ekim'de AB ile müzakere süreci başlıyor. Bunun lamı cimi yok. Ancak hâlâ Türkiye'yi çıkmaz sokağa sokmak isteyen kimi karanlık çevrelerin provokasyonları ile karşı karşıyayız. Türkiye'nin siyasi ve ekonomik istikrarını dinamitlemek isteyen bu çevreler hep aynı yöntemlerle karşımıza çıkıyor. Bu anlamda Fatih Camii avlusunda yaşanan Hizb-ut Tahrir olayı ile İstanbul ve Bozüyük başta olmak üzere yurdumuzun çeşitli yerlerinde yaşanan bölücü provokasyon arasında ayrım yapmıyorum. İki olay da aynı amaca ulaşmak için, aynı yönetmen tarafından kotarılan benzer senaryolar olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye tam da demokrasi, hukuk ve ekonomide belli açılımları yakalamışken yaşanan bu provokasyonların arka planındaki karanlık elin amacını görmek için konunun uzmanı olmaya gerek yok. Kimi çevreler Türkiye'yi demokrasinin askıya alındığı, hukukun devre dışı bırakıldığı ve refahtan uzak ve içe kapalı bir ülke yapmak için hiçbir provokasyondan çekinmiyor. Türkiye son yıllarda yakaladığı ekonomik ve siyasi istikrardan mahrum bırakılmak isteniyor. Olan bitenin özeti bundan ibaret. Bütün bu oyunlara, provokasyonlara elbet de alet olmayacağız. Türkiye bağımsızlığı kısa bir süre önce lütfedilmiş bir muz cumhuriyeti değil. Bu unutulmasın. Özellikle de bu ucuz provokasyonlarla bir şey elde edeceklerini sananlar unutmasınlar bunu... Devlette küslük olmaz Bir de Yargıtay Birinci Başkanı Osman Arslan'ın konuşması var gündemde. Arslan Yüce Divan'da yapılan yargılamanın bir ceza yargılaması olduğundan hareketle Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesi içinde değil de Yargıtay çatısı altında yapılması gerektiğini savunuyor. Şüphesiz ki bu fikir ilk kez bu sene ve ilk kez Osman Arslan tarafından dile getirilmiş değil. Üstelik AB'ye uyum sürecinde Yüce Divan'ın Anayasa Mahkemesi'nde kalmasının sakıncaları da uzun zamandır konunun uzmanlarınca da ifade ediliyor. Ayrıca imzalanmış bunca uluslararası sözleşmeler de ceza yargılanmasının Anayasa Mahkemesi çatısı altında olmasının kimi handikaplar içerdiğini ortaya koyuyor. Anayasa Mahkemesi üyelerinin bu açıklamayı abartılı yorumlayıp işi Yargıtay resepsiyonunu protesto etmeye vardırmasını bu sebeple hiç anlamıyorum. Devletin en önemli organlarının en tepesinde böylesi bir çatışma havası uyandırmak elbette hayırlı sonuçlara ulaşmaz. Sayın Arslan'ın sözlerini enine boyuna tartışıp, dünyadaki örneklere ve Türkiye gerçeklerine de bakarak yapılması gereken işler yapılması başka bir şey; bütün bunları kişiselliğe döküp küsme-darılma vesilesi yapmak başka bir şey. Bunlar aşılmayacak problemler değil. Kurumları, teamülleri, gelenekleri oturmuş, büyük bir ülke Türkiye. Bu yüzden karamsarlığa kapılmayalım. Sağduyu elbette son sözü söyleyecektir...