Dalgalandım da duruldum, koştum ardından yoruldum, binlerce güzel gördüm, en son sana vuruldum." Çoğumuz "süt liman"ları seviyor, "dalgalı deniz"lerden korkuyoruz. İşler "tıkırında" iken bir sıkıntımızın, bir problemimizin olmadığını düşünüyoruz. Bir dalgalanma başlayınca, esinti kuvvetlenip cereyana dönüşünce ve dalgalar kabarıp yükselince bir problemin varlığını hissediyoruz. Oturmuş, alışkanlığa dönüşmüş ve artık farkına varılmaz olmuş dengeler aniden bozulunca, akıp giden çeşmeler kuruyunca, beden hastalanınca, aletler çalışmayınca, satışlar durunca, kur fırlayınca ancak o zaman bir problemle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. O vakte kadar derdimiz yok zannediyoruz. Ezberimizin, dengenin bozulması bizim için bir problem oluyor ve bu problemin çözülmesi için "eski dengenin" yerine getirilmesini bekliyoruz. Çocukluktan itibaren, "elleme bozarsın", "koşma düşersin" uyarısıyla yetiştiriliyoruz. İşletmelerimizde "çalışıyorsa dokunma sendromu"nu yaşıyoruz. İşler tıkırında iken herkes memnun oluyor ve fakat bir "aksama", bir "kriz" halinde bunun mutlaka bir suçlusu ve bir sebebi aranıyor. Bu "pisliği" mutlaka(!) içeriden veya dışarıdan birilerinin yaptığına inanılıyor. Herkes "pisliğe" kendine göre bir açıklama getiriyor; temizlenmesi için her kafadan farklı bir öneri fırlıyor. Okullarda ekonomi bir denge denklemi olarak öğretiliyor. Muhasebede olduğu gibi ekonomide de esas amaç dengeleri bir şekilde sağlamak olarak görülüyor. Pazarlama da çoğu kez, "tüketicilerin bozulan dengelerinin yeniden kazandırılması" anlamında, bir problem çözücü olarak tanımlanıyor. Bu anlayış pazarlamayı bir denge işi olarak ele alıyor. Bazen zorlama problemler (ihtiyaçlar) ortaya çıkarılsa da, müşterideki bir dengesizlik bir ihtiyaca yol açıyor ve pazarlamacı bu ihtiyacı/talebi karşılayacak mal ve hizmetleri ona sunarak, müşterinin bir "müşkilini" hallederek para kazanıyor. Mal satılmıyorsa, fiyatı düşürülüyor, tanınmıyor sanılıyorsa reklâmı yapılıyor. Araştırmalar 'fiyatın yüksek olduğunu belirten müşterilerin yalnızca %20'si için fiyatın gerçekten önemli olduğunu', müşterinin aslında 'fiyatın yüksekliğini değil, ürün veya hizmetin bu fiyata değmeyeceğini' düşündüğünü gösterse de bu böyle oluyor. Bu durumlarda ürün veya hizmetinizin müşterinin gözündeki değerini arttırarak fiyat/değer dengesini yeniden kurmanız tavsiye ediliyor. Şimdilerde, pazarlamanın bir denge değil, dengesizlik işi olduğunu düşünmeye başladım. Mademki, dengeleri bir türlü tutturamıyoruz, bari dengesizlikten medet umalım, dengesizliklerle bir arada yaşamayı öğrenelim. Hayatın kendisi küçük dengesizlikler üzerine kurulmuş bir büyük denge değil mi? Pazarlamacılar da, denge kurmaktan vazgeçip, dengesizliklerin kaçınılmaz olduğu gerçeğinden yola çıkarak, müşterilerine dengesizliklerle birlikte yaşamanın yollarını gösteremezler mi? Hayatta ve pazarlarda esas olanın dengesizlik olduğu ana fikrinden yola çıkarak, devlet yönetimini, ekonomik süreçleri, işletmeleri, pazarlamayı, bu anlayışla yeniden ele alma zamanı gelmedi mi? Hayatta, eşitliklerin sağlandığı değil eşitliğin bir türlü gerçekleştirilemediği denklemler geçerli. Bu denklemlerde bilinmeyenleri, belirsizlikleri ve kontrol edilemeyenleri göstermek için asıl faktörler yanında ek bir düzeltme faktörü daha kullanılıyor. Bazen bu faktör, denklemin asıl faktörlerinden daha etkili de olabiliyor. Denge ararken bu büyük faktör ihmal edilebiliyor. Mühendislikte "dinamik denge" denilen bir kavram var. Hareket ederek, sürekli değişerek, dönerek, ana istikametini tutturabilmeyi anlatıyor. Jiroskop gibi. Bir de reklâm sloganı vardı, "Koş, yoksa düşersin!" Ağır bir yazı oldu, farkındayım. Ancak, yaşamak, dengesizlikler üzerinden dengeyi tutturabilmek kolay değil. Hayat böyle: Koşmayan düşüyor. > (Pazarola, pazartesi günleri yayınlanır.)