Aylardır otomotiv sektöründe satışlar rekor üstüne rekor kırıyordu. Bir tarihte hükümet karar almış, fiyatlarda 3-4 milyara ulaşan ucuzlama anlamına gelen hurda araç indirimini başlatmış idi. Kurların da itmesiyle, alımlarını ertelemiş müşteriler galerilerde sıraya girmişlerdi. Sektörde cicim ayları yaşanıyordu. Bir sabah insanlar yine bir hükümet kararıyla uyandılar. Hurda indirimi yarıya indirilmişti. Piyasa dalgalandı. Müşteriler araba almaktan vazgeçti, siparişlerini iptal etti. Satışlar durdu. Satıcılar ayaklandı. Yanındayken hükümeti alkışlayanlar, aksine davranınca yuhalıyorlar. İşteki başarıyı ve kazancı kendi becerilerinde değil, başkalarının âtıfetinde arayanlar, pazarlamanın insanî yönünü algılamakta zorlanıyorlar. Müşterilerin bir işletmenin en önemli varlığı olduğu gerçeğini samimî olarak işlerine yansıtan firmalar, ne devlete yaslanıyorlar, ne yalvarıyorlar, ne de ağlıyorlar. Her durumda, geliştirdikleri yeni çözümlerle müşterilerini kendilerine hayran bırakıyorlar. Geçen hafta, devlet kılıcının iki ağzının kestiğini gösteren bir olay daha yaşandı. İktisat Bankası'nın eski sahibi Erol Aksoy'un şirketlerine el konuldu. Aksoy'un, kendini savunurken sarfettiği, "Bu memlekette birçok 'ilk'e imza attım. Bankacılığa pazarlamayı ilk ben getirdim", sözleri dikkatimi çekti. İlk olmasına ilk idi de, getirdiği şey pazarlama mıydı? 80'li yıllardaydı. Meslektaşlarımız gibi biz de İktisat Bankası'nın başını çektiği yönetici eğitimi programlarında pazarlama dersleri verirdik. Mühendislik dahil, çeşitli okullardan mezun gençler, önlerine serilen parlak kariyerler için bankaların kendi bünyelerinde düzenledikleri eğitim programlarında bankacılık mesleğine hazırlanırlardı. Bankalar adeta bir pazarlama yarışı içine girdiler. Yeni ekipler, departmanlar ve yönetim pozisyonları ihdas ettiler. O tarihlerde bankacılıkta pazarlama gerçekten çok yeniydi. Biz akademisyenler, pazarlamanın hizmet yönünü öne çıkarır, ama bunu, işin "kurtlarına" anlatamazdık. Bankacılık sektörü, bizim öğrencilerin de ağızlarını sulandırırdı. Kaynağını bilemediğimiz bu şaşaanın 'alınteri'ne değil, 'güç'e dayandığından emindik. Bankalarda, firmalarda birtakım insanlar kral gibi dolanırlardı, fakat müşterinin krallığını kimseler kabul etmezdi. Vurgun ekonomisinden, siyasetçi-bürokrat-iş adamı sacayağından ve köşe dönme anlayışından kaynaklanan "ballı kârlar" sayesinde, vur patlasın çal oynasın nice işler yapıldı. Bunlara "pazarlama" gibi bir yafta da takıldı. Gün geldi, eğlence sona erdi, makyajlar aktı, sarhoşlar ayıldı, sıra tahsilata geldi. Daha önce de benzerleri yaşanan villa ve şirket baskınları ekran ve sayfaları doldurdu. Şimdi deniz bitti, gerçek kârlarla çalışmanın zamanı geldi. Zahmetsiz rahmetler bitti. Avanta kârlar değil, hizmet karşılığı kârlar devri başladı. Kat kat kârlar gitti, dirheme döndü. Belden aşağı darbeler, karanlık ilişkiler ve kahpece adımlarla yaşanan rekabet, yerini 'adam gibi rekabet'e bırakmak üzere. El koymanın ardından, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk, "borcunu savsaklayan herkesin peşindeyiz. 'Güç odakları'nın borularını öttürme dönemi geride kaldı" dedi. İnşallah öyledir. Kitapçıya gelen delikanlı, "Zengin Olmanın En Hızlı Yolu" kitabını istiyorum, dedi. Kitapçı raflardan iki kitapla geri döndü. Delikanlı: "İyi ama ben bir kitap istemiştim." Kitapçı pişkin pişkin cevap verdi: "Biliyorum, ikinci kitap, 'Son Değişikliklerle Türk Ceza Kanunu'dur. İkisini birlikte satıyoruz." İşte böyle... Kâh okşar, kâh döver.