Devlet vatandaş müşteri

A -
A +

Devlet vatandaşını müşteri olarak görsün mü görmesin mi? Ben keşke diyorum, ama, bazıları buna karşı çıkıyormuş. Okumuş okumamış pek çok insanımız, her fırsatta bizi "kullanan" pazarlama bilmezler yüzünden, "aman kimseler bizi müşteri görmesin" diyorlarmış. Bunun en taze örneği, Güngör Uras ve Ulaş Bardakçı. İkisi de iş dünyasınca iyi tanınan, saygın isimlerden. Biri diğerine şahit olarak, alaycı bir dille soruyorlar: Şirketlerde çalışanlar ve departmanlar birbirlerini, çalışanlar patronlarını, hastaneler ve doktorlar hastalarını, üniversiteler ve hocalar öğrencilerini, spor kulüpleri taraftarını, belediyeler vatandaşı, siyasi partiler seçmenleri, sivil toplum örgütleri üyelerini, devlet vatandaşı, gazeteci okuyucuyu, televizyoncu izleyiciyi, radyocu dinleyiciyi müşteri gibi görecekmiş. Camilerde hocalar cemaati müşteri gibi görüyorlar mıdır acaba? Bu muhteremler de bilirler ki, pazarlama bir zihniyet, bir hayat tarzıdır. Dünyayı "müşteri" penceresinden görmektir. Müşteri bilimidir. Bazı insanların meslek olarak yürüteceği bir faaliyet sanılsa da, aslında pazarlama herkese lazım. Ben susayım, Münir Arıkan konuşsun. Kitabında yazmış: Aslında günlük hayatımızda sürekli müşteri konumundayız. Satıcı olsak bile başka alanlarda alıcıyız, müşteriyiz. İşyerine gidip işgücümüzü (beynimizi) satarken, şirketin iç müşterisiyiz. Patrondan maaş alıyoruz, zam alıyoruz, prim alıyoruz. İşimizi iyi yaparken satıcıyız, ama işimizi iyi yaptığımızda, aferin alıyoruz, taltif alıyoruz, başarıdan pay alıyoruz. İş yerinde işgücü satarken, pazardan mal alıyoruz. Eşimize sevgi satarken karşılığında mutluluk alıyoruz. Çocuklarımıza sevgi satarken, huzur alıyoruz. Arkadaşlarımıza dostluk satarken, fedakarlık alıyoruz. Akrabalarımıza hoşgörü satarken, karşılığında yardım alıyoruz. Hayatın bazı alanlarında alıcı iken, diğer alanlarında satıcı rolünü oynuyoruz. Hayatımız sürekli bir alışveriş peşinde geçiyor. Hayat alışverişle kâim. Alıp-vermeden hayat olmuyor. Birilerinden bir şey bekliyorsak, onlara bir şey vermeliyiz. Verdiğimizin de karşılığını almalıyız. Vermeden alınmayacağını, almadan verilmeyeceğini hâlâ öğrenemedik. İane, yardım, hayır, hasenat işlerinde bile, büyük büyük karşılıklar var. Rızkın ve kazancın kaynağı ticaret. Ama çoğumuz ticareti bir meslek olarak düşünüyor, başkalarına bırakıyoruz. Asıl ticaret fırsatlarını kaçırıyoruz. Ticaret ve kâr her yerde. Tarihî el koyma operasyonuyla bağlantılı olarak Gülay Göktürk şunları yazmış: Keşke bütün gazeteler doğru dürüst birer ticarethane olsaydı da basın bu hale düşmeseydi. Eğer doğru dürüst ticarethane olabilselerdi, "müşteri" gerçekten de velinimet olurdu ve o zaman belki gazeteyi yönetenler gözlerini devletin tepesine dikip, onların nabzına göre şerbet vermek yerine, parayı bastırıp da gazeteyi satın alanların, yani okurların ne istediğine kulak verirlerdi biraz. Doğru dürüst birer ticarethane olsalardı, adam gibi para kazanır, gazeteyi satış parasıyla döndürür, devlet bankalarına böyle gebe kalmazlardı. Yani ticarethane olmak, öyle küçümsenecek bir şey değildir. Tersine, belli bir kalite garantisidir. Pazarlamayı doğru okuyamadığımız ve doğru uygulamadığımız için, ticaret es geçiliyor, "imam da mı cemaati müşteri olarak görecek?" diye soruluyor. Elbette... Hoca, talebelerinin gönlünü kazanacak ki, gerçekleri onlara satabilsin; alan da satan da kazansın. Ne demişler? Alıcısı olmayan mal zayidir.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.