Bütçe görüşmeleri başladı. Hayırlı olsun. TBMM Başkanı'nın, "Ağzımla kuş tutsam, kuş katliamı var diyecekler" ve "Adım Bülent Arınç olmasaydı, heykelimi dikerlerdi" sözleri, kıymetinin bilinmediğini düşünenlerin hoşuna gitmiştir, sanırım. Anlaşılamamak ciddî bir dert. Bazen "karanlıkta göz kırpıyor" hissine kapılır, bazen de "bir göz kırpma nelere yol açmaz ki?" derim. Gözümüzü kırptığımızla mı kalıyoruz, yoksa bir göz kırpmakla gönüller mi fethediyoruz? Bilemiyorum. Meramını anlatabilmek, insanlara ulaşabilmek kolay değil. Kimi zaman da, "Duymak istemeyenden daha sağır kimse yoktur" diyor geçiyorum. Pazarlama, duymak istemeyene de duyurmak mesleği. Pazarlama doğru insana ulaşmak, doğru anlaşılmak, hem kendine hem de müşterisine yarayacak bir değişim için onları etkilemek, harekete geçirmek, hareketine yön vermek, müşterisini, hayatı ve çevresiyle birlikte değiştirmek zorunda. Pazarlama-Müşteri Bilimi bu işe odaklı. Bir bakıma, pazarlamanın işi, "gerçek-algı" türü bir oksimoron üretmek. Gerçekler algılanmıyor, algı gerçek olmuyor. Gerçek sandığımızı algılıyor, algıladıklarımızı gerçek sanıyoruz. Pazarlama gerçekle algılamayı barıştırmış, "önemli olan algılamadır, algılanan dünyanın gerçek olması gerekmez" demiş çıkmış işin içinden. Pazarlama, bir bilimse "doğru", bir sanatsa "güzel" algılar üretme işidir. Pazarlama bir yana sanatta bile gerçeği aynen yansıtmak insana sıkıcı geliyor, gerçeğin dışına çıkan abartılmış biçim, ölçü, renk, doku, ışık oyunlarına girişiliyor. Pazarlamayla sanatı buluşturan yönlerden biri de bu. Her ikisi abartıdan yararlanıyor, abartısız olamıyor. Algılamalarımız duyu organlarımız üzerinden oluşuyor. Bunların bazılarını ihmal ettiğimiz, hepsinin bir bütün olduğunu unuttuğumuz zamanlarda doğru algılanılmamaktan, anlaşılmamaktan şikâyet ediyoruz. Gerçek mi bilmiyorum, ama "İki Şekercinin Hikâyesi" 'gerçek-algı'yı anlatmada işime yarıyor. Hikâyeye göre, yan yana iki şekerci dükkânından biri sinek avlarken, diğerinin önü cıvıl cıvıl çocuktan geçilmezmiş. İkisi de tonton, ikisi de çocukları seven, ikisi de aynı şekerleri satan bu iki şekerciden biri çocuklara vereceği şekeri tartarken önce teraziye bir miktar şeker koyar, istenen miktara gelinceye kadar teraziden geri alır (eksiltir), tam gramında verirmiş. Diğeri ise, tartı sırasında istenen miktara gelinceye kadar terazinin üstüne şeker ilave eder, tam gramında verirmiş. İki turizm acentesinin hikâyesi de buna benziyor. Alışveriş merkezinin giriş katındaki acente, ne yaptıysa, üst kattaki rakibi kadar tur satamıyormuş. Mağaza düzeninden, turlara, satış elemanlarına varıncaya kadar farkın nereden geldiğini bir türlü çözememiş. Bir gün eşi adama, "Geçen gün aldığım güneş yağının kokusu hoşuma gitmedi gidip değiştirir misin?" demiş. Adam kozmetikçiye gitmiş, güneş yağlarını incelemiş, kimini koklamış, birini almış çıkmış. Hazır üst kata çıkmışken bir bakayım düşüncesiyle yolu rakibi seyahat acentesinin önünden geçerken adamda ampul yanmış. Zira dükkândan güneş yağı kokuları geliyormuş. Meğer rakip acente uzunca bir zamandır güneş yağı kokusunu andıran bir kokuyu havalandırma sistemine üfler, güneş yağı kokusu sayesinde tatili ve güzel hatıraları canlandırır, müşterileri acenteye çekermiş. Neden anlaşılmadığımızı, neden takdir edilmediğimizi anlayamadığımız durumlarda, hakkımızdaki algılarda farkına varmadığımız bir ince ayrıntıyı gözden kaçırıp kaçırmadığımızı araştırsak iyi ederiz. İnsanlar, görmek istediklerine odaklanıyor, başka şeyleri göremiyorlar. Önce onlara görmek istediklerini göstermeliyiz. Görmek istediklerimizi birlikte gördüğümüz güzel insanlarla kolay anlaşıyoruz. Onlar kıymetinizi biliyorlar. Gelgelelim, güzellik nedir bilmeyenlerle ve çevresindeki güzellikleri göremeyen insanlarla anlaşmak hiç de kolay olmuyor. > (Pazarola, pazartesi günleri yayınlanır.)