Alışveriş yerlerinde dikkatinizi çekmiştir, okul hazırlıkları tam gaz. Milyonlarca ailemiz evlatlarıyla birlikte 8-10 aylık bir meşgaleye/maceraya başlayacaklar. Şimdiye kadar tatil, oyun ve eğlence ile aylar geçirildi. Anneler, "çocuklar okula gitseler de kurtulsak" ve "yine okul zamanı geldi" ikilemi arasında gidip geliyorlar. Pazarlama gözüyle "Kids Marketing" denilen çocukluk çağındaki nüfusa yönelik pazarlamadan tutun, "teen marketing"e, oradan "college marketing" gibi nice konulara yol bulabiliyoruz. Okullar pazarı ciro boyutlarıyla da muazzam rakamlara ulaşıyor. Mesela, bizim ailenin çantacı Recep'i dört ayda yıllık kazancının neredeyse tamamını sağlıyor. "Okuyup adam olsunlar" diye evlatlarımızı okullara gönderiyor, her ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Ancak, okutmak yetmiyor; sevgili Mustafa Selçuk'un çok güzel ifade ettiği gibi, onları "hayatla mücadeleye" ve "insan olmaya" da hazırlamak gerekiyor. Hayata iyi hazırlanan herkesin yaptıklarının maddî karşılığını almaları da garanti değil. Ama olsun! Bir de ilahî adalet var. "İnsan olmaya" hazırlanırken giyim kuşam, yeme içme ötesinde incelikler de var. Hayat derslerle dolu. Bunların farkına varıyor ve ders alıyor muyuz? Bunları öğrenmeye, dünyayı ve hayatı daha yakından tanımaya istekli miyiz? Hayat bize "atın önüne araba değil arpa" koy; "almak istiyorsan önce ver" diyor. Peki, biz çocuklarımıza hayatın bir alış-veriş olduğunu, vermeden alınmayacağını, "hayatta bedava ekmek olmadığını" öğretiyor muyuz? Yoksa "Evlatlarımı hiçbir şeyden mahrum bırakmadım, okulsa okul, servisse servis, öğretmense öğretmen, kurssa kurs, telefonsa telefon, arabaysa araba, yediği karnında, giydiği sırtında" anlayışıyla yetiniyor; onlara her şeyi hazır vermekle öğünüyor, daima onların arkasında durup destekliyor, şımartıyor, onları her alanda ve her şeyde hep hazıra mı alıştırıyoruz? Öğretmenlerimiz "okuttukları" şeyler kadar, öğrencilere iyi ve kötü neler "kazandırdıkları"nın farkındalar mı? Öğretmenliğin bir "vermek" mesleği olduğunu biliyorlar mı? Yoksa "almak" yanlısı bir tavırla, "bu maaşa bu kadar" mı diyorlar? Bir çiçek bile bize hayatın gerçeğini, vermenin yüceliğini haykırıyor. Rengiyle, kokusuyla, görünüşüyle, endamıyla, nazıyla önce arıları kendine çekiyor. Arıya, onun aradığı nefis çiçek özlerini açıyor, gösteriyor, sunuyor, "veriyor". Biliyor ki, arılar üstüne konarsa, bu özleri alırsa nesli devam edecek. Arılar polenleri alıp uzaklara, karşı cinse ulaştıracak, dişi-erkek polenler buluşacak, yeni meyveler doğacak, onlardan yeni tohumlar etrafa saçılacak. Minik çiçek bunu biliyor! İnsanlar, çocuklar, gençler ve pazarlamacılar bu basit gerçeği göremiyor. "Almaya" odaklı oldukları sürece hayata zıt gidiyor; başarısız olduklarında yılıyor, yıkılıyor ya da kabahati başkasında arıyorlar. Daha çok para, daha fazla kâr, daha büyük kazançlar peşine düştükçe, itici, sevimsiz, vicdansız, acımasız oluyorlar. Hayatın bir gerçeği daha var. Dünya hiç durmuyor, hep dönüyor. Dereler akıyor. Rüzgârlar esiyor. Kalpler atıyor. Ağaçlar büyüyor. Balıklar yüzüyor. Karıncalar koşuşturuyor. Biz ise, cahilce ve çaylakça, bir çalışıyor, bir duruyoruz. Bir başlıyor bir bırakıyoruz. Aylarca tatil yapıyor, biraz çalışınca yorulduk diyoruz. "Çocukcağız bütün gün okulda yorulmuştur, otursun dinlensin" diyoruz. Onu hayata bağlayacak, hayata hazırlayacak işler yapması için, evin içindeki işlerin ucundan tutması, ailenin hayat mücadelesine katılması için yardımını istemiyoruz. Pazarlamayı ve hayatı "ihtiyaç duyulduğunda açılacak, iş bitince kapatılacak bir musluk" sanıyor; güneşin her gün yeniden doğduğunu, hayat mücadelesinin ömür boyu süren bir yarış, pazarlamanın sürekli akan bir çeşme olduğunu unutuyoruz. > (Pazarola, pazartesi günleri yayınlanır.)